Kapak

21. Asrın Davetçisi Olmak

Paylaş:

“İnsanları Allah (ın yoluna)’a davet eden, salih amel işleyen ve doğrusu ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim vardır.”1

İnsanlık tarihi, Âdem (a.s)’den bu yana tevhid ve şirk mücadelesine sahne olmuş, daima bir yanda Hakka inanan ve Hakkı ayakta tutanlar, diğer yanda bâtıla sapan ve bâtıl uğruna Hak ehline olmadık eziyetleri reva görenler olmuştur. Allah’ın Rasulleri ve bu rasullere tâbi olanlar, diğer insanların hidayetine vesile olma adına onları Sırat-ı Mustakime davet etmişler ve bu uğurda başlarına gelenlere de sabretmişlerdir. Tarih her dönemde mes’uliyetini idrak edip, İslam’a davet görevini yürüten, yeryüzünde fitneyle mücadele edenlerin örnekleriyle doludur. “Kıyamete kadar İslam davetini sürdürecek, Hak uğrunda mücadele edecek bir topluluğun daima var olacağını Efendimiz (s.a.v) haber vermiştir.”2

  1. asır, Şehid Seyyid Kutub’un ifadesiyle, insanlığın, cehennemî bir çukurun etrafında olduğu, ideolojilerin kol gezdiği, batı modernizmi ve teknolojisinin insanlığa hâkim olduğu bir devirdir. Müslümanlar, 1. Dünya savaşının sonrasında (aslında iki asır evvelinde) hilafetle birlikte medeniyetlerini de kaybettiler. Batının teknolojisi ve modernizmi karşısında aciz duruma düştüler. İslam toplumu, batıyı taklit eden, bâtıldan medet uman insanlar yığını haline geldi. Bugün insanların ekseriyeti, Allah’ın hükümlerinin değiştirildiğini, bozulmaya çalışıldığını, yerine insanların uydurdukları ideolojilerin ikâme edildiğini gördükleri halde buna karşı tepkisiz kalıyorlar. Böylece Müslümanlar, bâtılı gördüğünde ondan nefret duymayan, zulmün karşısına dikilmeyen, tüm coğrafyalarda Müslümanlara yapılanlara tepkisiz kalan berbat bir toplum haline geldiler. Hatta son zamanlarda İslam ile bu ideolojileri meczedip ortaya karışık bir din (!) sunulmasına seyirci kalıyorlar. Bu devirde hem Müslüman olup, hem de liberal, demokrat vs. olunabilmesi, gelinen noktanın ne kadar vahim olduğunun göstergesi değil midir? Kur’an, bizlere kıssalar yoluyla geçmiş peygamberler ve onların mücadelesini aktarmakta, her dönemde İslam’a davet sancağını taşıyan İbrahimler, Musalar olduğu gibi, bu davete engel olan Nemrutlar ve Firavunların daima var olacağını haber vermektedir. Birde bu kıssalarının zikrediliş gayesi; davet açısından, davetin her safhası ve sahası için tüm davetçilere örnekler sunmak, metodu göstermek, zaman ve zemin değiştiği halde değişmeyen esasları belirtmek içindir. Tâ ki bu kıssaları okuyan davetçiler davayı anlatırken, hem yeni bir şey ortaya koyduklarını zannetmesinler, hem de bulundukları çağın zorluklarını öne sürerek, Adem (a.s)’den beri takip edilen ana esaslarda değişiklikler yapmasınlar. Değişen şartlar karşısında eğilip bükülmeden dimdik durabilsinler.

Bu asrın davetçileri olmak ve ‘Leileheillallah Sancağı’nı yeniden burçlara dikmek görevi orta yerde durmakta ve sahiplenecek dava adamlarını beklemektedir. Bu şerefli göreve tâlip olanlar, neyi göze almaları gerektiğini bilerek hareket etmelidirler. Davet yolunun dikenli, engebeli, zorluklarla dolu olduğunu bilmelidirler. Tıpkı Akabe’de Rasûlullah (s.a.v)’a bey’at eden ensara, Abbas b. Ubâde’nin dediği gibi: “Ey Yesribliler! Siz burada verdiğiniz sözün farkında mısınız? Siz bu sözünüzle insanların kırmızısı ve siyahıyla savaşmak üzere sözleşmiş oldunuz. Eğer mallarınıza bir zarar geldiği veya yakınlarınızdan birileri öldürüldüğü zaman O’nu yalnız bırakıp, sözünüzü unutacaksanız, bunu şimdiden yapın. Vallahi bunu daha sonradan yaparsanız bu, dünya ve ahiret kaybı olur. Her iki tarafta da üzülenlerden olursunuz. Fakat mallarınızın eksilmesi, yakınlarınızın katledilmesi pahasına sözünüze sâdık kalacaksanız diyecek bir şeyim yok. Bu durumda dünyada da kazanırsınız, ahirette de.”3

Günümüzün İslam davetçileri, insanları yalnızca Allah’ın varlığını bilmeye değil, O’nu tüm sıfatlarıyla tanıtmaya çalışmalı, yeryüzünde Allah’ın hem yaratıcı hem de kanun koyucu olduğunu vurgulamalıdır. Her dönemde, şirkin çağın en önemli hastalığı olduğunu unutmamalı ve şirke karşı tevhidî ön plânda tutarak mücadele etmelidir. Çağımızdaki diğer hastalıkları da teşhis edecek ilim ve ferâset gibi donanımlara sahip olmaya çalışmalıdır. Davetçi bir nevi hastasına hassasiyetle yaklaşan doktor gibi olmalıdır. Muhatabının hastalığını teşhis edebilmeli, Kur’an eczanesinden ona uygun ilacı seçip, dozunda vermelidir.

Davet görevini yürütürken, davetin bir metodunun olduğunu ve bu esaslara bağlı kalınması gerektiğini de bilmemiz gerekmektedir. “Şayet metod, hatalı ve uzaklaştırıcı ise sadece davanın yüceliği kifayet etmez”4 sözü bu konunun önemine işaret etmektedir. Yine buna benzer bir ifade de “Davetçi, gayesine ulaşabilmek için sıhhatli ve doğru olan usûl ve metotlara başvurmak zorundadır. Kaynaklara ve İslami esaslara bağlı olmayan, fakat çabucak neticeye ulaşmak isteyen, nefsini sadece iyi his ve hamâsî duygularıyla tehlikeye atıveren kimseler, davet ve tebliğinde müspet netice almaktan uzaktırlar. Bunlar dış görünüşüyle kısa müddet arzuladıklarına nail olduklarını zannetseler de sağlam temeller üzerine oturtulmadan yükseltilmiş bir binanın er geç çökmesi gibi, sonunda hüsranla karşı karşıya kalacaklardır; onların sadece iyi niyetleri ve ideallerinin üstünlüğü yeterli değildir.”5 sözünde görülmektedir.

Günümüz davetçileri bilmelidirler ki, İslam’ın büyük hedefleri cemaatin varlığını gerekli kılmaktadır. Allah (c.c)’ın “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun, işte onlar kurtuluşa erenlerdir”6 ayeti gereğince bu görevi îfa etmenin cemaatle olabileceğini bilmelidirler. İslam için cemaat halinde çalışmak farzdır ve kadın-erkek her Müslüman bundan mes’uldür. “(Allah) buyurdu ki: Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve ikinize öyle bir kuvvet vereceğiz ki, artık size asla erişemeyecekler. Haydi, ayetlerinizle (gidin), siz ve size uyanlar üstün geleceksiniz.”7 Peygamberimizin (s.a.v)’de insanları İslam’a davet ettikten sonra, onları kendi hallerine bırakmayıp bir İslam toplumu meydana getirdiği, bir teşkilatlanma oluşturduğu ve sonrasında onlara bir takım görev ve sorumluluklar verdiğini biliyoruz. İslam davetçisi, İslam’ın hâkimiyetinin sadece vaaz ve irşad, yahut konuşma ve yazma ile olamayacağını, aksine bu büyük hedefin gerekli kıldığı ilmî, maddî ve teknik hazırlıklarla, insan gücünün de söz konusu olacağını bilmelidir. Kitlelere ulaşabilmek için bu asırdaki teknik imkânları (internet, dergi, MP3 vs.) da etkin olarak kullanabilmeli, bu tür imkânları nimet olarak görmeli ve bunu avantaja dönüştürmelidir. Kendi çağının teknolojik imkânlarını kullanamayanlar, ellerindeki elmas hükmündeki güzellikleri (Rabbanilik, ilmilik, şumûllülük gibi) geniş kitlelere ulaştıramayacakları gibi, İslam’ın hâkimiyetinin geciktirilmesi gibi bir vebali de yüklendiklerinin farkında olmalıdırlar. Hak ve adaletin tesisi için gerçek gücün gerektiğini bilmelidirler. Sosyologlar; “zayıf daima kuvvetliyi taklit eder ve ona uyar” diyorlar. Öyleyse kuvvet de bizatihi davettir.

Sonuç olarak Müslümanlar, kendi medeniyetlerine dönüp, durumlarını gözden geçirdikleri ve İslam’ı tümüyle hayatlarına uyguladıkları, istikamet üzere oldukları ve davaya toptan sarıldıkları zaman, işte o zaman İslam’ın kapıları tüm milletlerin önüne açılacaktır. Allah’ın izniyle davet dalgası tüm dünyayı kuşatacak ve daha önce Asr-ı Saadette vuku bulduğu gibi fevç fevç insanlar İslam’a girecektir. Günde kırk kere “bizi sırat-ı müstakime ilet, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna”8 derken, aslında tarih boyunca süregelen bu davetçiler kervanına katılmayı ve bu yolun yolcuları gibi zorluklarla, mücadeleyle, acıları yudumlamayla, sabrı kuşanmayla yoğrulmuş bir hayata tâlip olduğumuzu söylemiş oluyoruz. “De ki: Bana, yalnız Allah (c.c)’a kulluk etmem ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamam emredildi. Ben O’na davet ederim, dönüşüm de O’nadır.”9 Tüm bunların bilinci içinde olmak, bu kutlu yolun neferleri olmak dileğiyle, Allah’a emanet olunuz.

1- Fussilet, 33

2- Buhari, İ’tisâm, Müslim,İman

3- İbn Hişam, Es-siretünnebeviyye, II, 88

4- Mustafa Meşhur, Tariku’dDa’ve I, 119

5- A.Zeydan, Usulu’d-Da’ve, s.400-401

6- Al-i İmran, 104

7- Kasas, 35

8- Fatiha, 5-6

9- Ra’d, 36