Kitap Tanıtımı

Ah Endülüs!

Paylaş:

Ah Endülüs! Endülüs ile ilgili okuduğum bir kitabın ismiydi. İhsan Süreyya Sırma’nın yazmış olduğu kitap hem Endülüs’ün tarihini anlatıyor hem de yazarın o bölgeyi gezerken hissettiği duygu ve düşüncelerini içeren gezi yazılarından oluşuyor.

Şu an okuduğunuz yazı aslında bir kitap tanıtım yazısı olacaktı. Ancak yazarın kitapta kullandığı üslup okuyucuyu alıp başka diyarlara götürüyor ve böylece tanıtım olarak başladığım yazı bir özlem yazısına dönüşüyor. Bütün servetini bağladığı gemi, korsanlar tarafından yağmalanmış bir taciri düşünün. Tacir gemi hakkında bir yazı yazıyor. Önce geminin tarihini daha sonra da gemide geçen günlerini anlatıyor. Bu yazı sizce ne kadar tarih bilimi alanında bir yazı olur? Elbette tarihi bilgileri edinirsiniz ancak kaybetmişliğin, yenilmişliğin, dağılmışlığın verdiği hüzün bütün yazıya hâkim olacaktır. İşte “Ah Endülüs” böyle bir kitap bence... Kuru bir tarih anlatıcılığı yerine adeta yaşayarak anlatıyor yazarımız ve böylece okuru kitabın içine çekmeyi başarıyor. Kaybedilen savaşlara siz de üzülüyorsunuz, kazanılan savaşlara siz de seviniyorsunuz. Tabi bunlardan daha da önemlisi “bir zamanlar dünya hâkimi olan Ümmet-i Muhammedi” hatırlıyorsunuz. Hatırlıyor ve kahroluyorsunuz…

İsim çok manidar. Ahh! Kaybedilmiş bir mirasın ahıdır o ah. Kıymet bilmezliğin, görevi unutmanın ahıdır o ah. Dünya devletleri kurmuşken taht kavgaları, lüks, rahat, servet gibi dünyanın basit metâlarına aldanıp bütün gücünü yitirmenin ahıdır o ah. Çok ah etmemiz lazım. Bir tek Endülüs mü kaybedilen? Hayır. Daha nice şehirlerimiz, devletlerimiz, tarihimiz, şerefimiz kaybedildi…

Hani denir ya “savaş yenilince değil düşmana benzeyince kaybedilir” aynen öyle oldu. O kadar düşmana benzedik ki kendi tarihimizi bile onlar yazar oldu. Dinimize bile onların gözüyle bakar olduk. Dilimize, âdetimize, giysimize, ailemize, devletimize hep onların gözüyle baktık ve onların istediği gibi dizayn ettik. Onların! Yani bizi öldürmeye gelenlerin…

Bir ah, bazen çok şey anlatır insana. Bir gökyüzü sevdası, bir güneş hasreti, yitirilmiş bir mirasın özlemi… Kitabı okuyunca Peygamberimiz’in, İstanbul’un fethini müjdeleyen veya başka fetih müjdeleri içeren hadislerini daha iyi anladım. Hem ümit veriyor komutanlar komutanı hem de bir sevdayı işliyor yüreklere, nakış nakış. Fetih sevdasını. İslam fatihleri bu hadisleri öğreniyor daha genç yaşlarında. Ve hayaller kuruyorlar. Müjdelenmiş o şehirleri İslam’ın hakikatleriyle buluşturmanın hayalini kuruyorlar… Elbette Kur’an ve sünnetin Müslümanlara yüklediği misyonda dünya hedefi hep var ancak böyle somut hedeflerin insanı harekete geçirme yönü inkâr edilemez… “Kudüs tutsakken ben nasıl gülebilirim” diyen Selahaddin geliyor aklıma… “Ya ben İstanbul’u alırım ya İstanbul beni” diyen Fatih’i düşünüyorum… Gemilerini yakan Tarık bin Ziyad’ı, Mekke’nin en gözde genciyken bütün her şeyi geride bırakıp Allah yolunda şehit olan ve kefensiz defnedilen Musab’ı… Ve daha nice fatihleri düşünüyorum… Kimileri at sırtında elinde kılıç, kimileri rahle başında elinde kalem…

Kendi kendime soruyorum, aynı hadise Fatih de baktı sen de, Tarık da baktı sen de, Kudüs Selahaddin varken de tutsaktı şimdi de. Onlara gemileri yaktıran şey, onları güldürmeyen şey neydi de sen onu bir türlü göremiyorsun. Yüreklerinde ne vardı? Düşüncelerini hangi pınardan sulamışlardı? Neydi onları Fatih yapan? Neydi de sen onu bilmiyorsun! Bilmiyorsun ve yakman gereken gemilere sarılmışsın. Neydi o dert! O sevda, o heyecan, o şevk, o aşk… Neydi?

Biliyor insan! Bilmiyor değiliz. Ama bu şey öyle bir şey ki bilmek yetmiyor. Kalkmak gerekiyor. Kalkmak ve koşmak… Ya da yürümek… Zıplamak, bağırmak, konuşmak… Bir şeyler yapmak gerekiyor velhasıl. Bilmek ve oturmak hiçbir işe yaramıyor. Yazarken bile utanıyor insan. O büyük insanları, yaptıkları fedakârlıkları, çektikleri çileleri okuyunca utanıyor insan… Soruyor, aynı cennete mi? Ben ve onlar… Aynı Kur’an’ı mı okuyoruz gerçekten? Aynı Peygamberin mi ümmetiyiz? Nasıl oluyor?

Sorular soruları kovalarken kitabı elimden bırakıyorum. Gözüm masamdaki kavanozda boynu bükük duran papatyalara ilişiyor. Evimizin önündeki minik bahçeden… Bahar gelince minik papatyalar sardı bahçeyi. Küçük kardeşim papatyaları toplayıp bir kavanoza koymuş. Kavanozda 30-40 kadar papatya ve dibinde de biraz su var. 2 gün oldu. Papatyaların o diriliği, canlılığı, güneşe gülümseyen ve baharı müjdeleyen hâlleri kalmamış. Hepsinin boynu bükük... Neden mi? Çünkü kökleri toprağa ulaşmıyor artık. Ve gün geçtikçe eriyorlar.

Öyle ya, papatyalarla da konuşabilir insan. Sevgili papatyalar! Gün geçtikçe solmanızın nedenini biliyorum. Sizi anlayabiliyorum çünkü dertlerimiz ortak. Bizi de sizin gibi toprağımızdan koparıp kavanozlara mecbur ediyorlar. Güneşe perde çekip lambalara muhtaç ediyorlar. Olmuyor. Ne kavanoz ne de lambalar bize yetmiyor. Ruhumuzu doyurmuyor. Diriliğimizi, canlılığımızı, baharı çağıran şevkimizi kaybettiriyor. Kökümüze dönmek zorundayız. Sevgili papatyalar duyuyor musunuz beni? Kökümüze dönmek zorundayız.

Kavanozun dibindeki suyu andıran medeniyetler hiçbir zaman ihtiyacımız olan vitaminleri bize veremeyecek. Ve böylece eriyip gitmeye devam edeceğiz. Ah papatyalar! Eriyip gitmeye devam edeceğiz.

Papatyaları bir kenara bırakalım ve asıl meseleye dönelim. Medeniyetimizin bereketli toprağını bu çağda da sermek zorundayız yeryüzüne. Toprağımız önce bütün pisliği yutacak. Sonra çiçekler kökleriyle sımsıkı sarılacak toprağımıza. Güller de açacak papatyalar da. Ve kökünü bu toprağa sabitlemiş çınarlar yine uzanacak kıtalara ve çağlara…