Tefsir

ANCAK MÜ’MİNLER KARDEŞTİR!

Paylaş:

YAZAR: SEYYİD KURUP

 

“Ancak mü’minler kardeştir” buyruğuyla bizlere kardeşimizin kim olduğunu öğreten Kur’an-ı Kerîm aynı zamanda Mü’minlerden başkasıyla asla dost ve kardeş olamayacağımızı da ifade etmektedir. Gelin bu büyük hakikati Merhum Seyyid Kutub’un dilinden okuyalım:

Maide Suresi 51. ayette: “Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez” buyrulmaktadır.

Kur’an, yaşamda yeni bir düzeni gerçekleştirebilmek için inancı uğruna vereceği mücadelede müslümana gerekli bilinci kazandırmak, Müslümanlar ile İslâm toplumundan olmayan, İslâm sancağının altında toplanmayan diğer insanlar arasında kesinkes bir ayrım gözetmeyi Müslüman’ın benliğine yerleştirmek üzere indirilmiştir. Buradaki ayrım gözetme, insanlara karşı hoşgörülü davranmayı engellemek anlamında değildir. Hoşgörü, Müslüman’ın sürekli sahip olacağı bir niteliktir. Buradaki ayrım gözetme meselesi dostluk, bağlamındadır. Müslüman’ın yüreğindeki dostluk duygusu, Allah’a, peygamberine ve müminlere tahsis edilmiştir. Sözünü ettiğimiz bilinci kazanmak ve istenilen ayrımı gözetmek meselesi, her yerde ve her kuşaktaki müslüman için mutlak bir gerekliliktir.

İslâm’ın kitap ehline karşı hoşgörüsü ayrı bir şey, onlarla dost olmak ayrı bir şeydir. Ancak kimi Müslümanlar bu iki olguyu birbiriyle karıştırmaktadırlar. Bu da onların, metodolojik ve gerçekçi bir yapıya sahip olan dinin özünü ve misyonunu net olarak kavrayamamalarından kaynaklanmaktadır.

Dostluk konusunda yukarıda sözünü ettiğimiz iki olguyu birbirine karıştıranların eksiklikleri, inancın özüne ilişkin sağduyudan ve de savaşın kitap ehline karşı izlenecek tutumun niteliğini bilinçlice kavrayabilmekten yoksun oluşlarındandır. Onlar, Kur’an’ın bu konudaki son derece net olan buyruklarından habersizdirler. Bu nedenle de İslâm’ın, tüm hakları garanti altına alınmış olarak İslâm toplumunda yaşamakta olan kitap ehline karşı hoşgörülü davranılmasını ve onlara iyilik yapılmasını isteyen buyrukları ile dostluğun sadece Allah, Peygamberi ve Müslümanlara özgü kılınmasını isteyen buyruklarını birbirine karıştırmaktadırlar. Onlar Kur’an’da kitap ehline ilişkin yapılan tespitleri unutmaktadırlar.

Onlar; Kur’an’da belirtildiği üzere, İslâm toplumuna karşı savaşma noktasında birbirlerinin dostudurlar. Bu, onlar için sabitleşmiş bir olgudur. Onlar, ne müslümandan hoşlanırlar, ne de onun dini olan İslâm’dan. Müslüman’dan, kendi dinini terk edip onların dinine geçmedikçe de hoşlanmayacaklardır. Onlar, İslâm’a ve Müslümanlara karşı savaşmakta son derece ısrarlıdırlar. Onların bu noktada içlerinde gizledikleri öfke ve kin, ağızlarından çıkan sözlerinden çok daha büyüktür...

Müslüman, kitap ehline hoşgörüyle davranmaktan yanadır. Ancak onlarla, yardımlaşma ve işbirliği anlamında bir dostluk kurmasının yasaklanmış olduğunun da bilincinde olmalıdır. Onun yapacağı, dinini pratize etmek ve İslâm’ın eşsiz sistemini gerçekleştirmektir. Bu noktada onun yolu ile kitap ehlinin yolu kesinlikle aynı olamaz. Müslüman her ne kadar onlara hoşgörü ve sevgiyle davransa da bu, onların kendisinin dinine bağlılığını sürdürüp İslâm sistemini gerçekleştirmesinden hoşnut olmalarına, onların ona karşı savaşmak, komplolar hazırlamak noktasında birbirlerinin dostu olmaktan vazgeçmelerine yetmeyecektir.

Kâfirler ve ateistlere karşı, dini yayma amacıyla bizler ile kitap ehlinin aynı kulvarda yürüyebilecekleri gibi bir sanıya kapılmamız, ne kadar korkunç bir bilgisizlik, ne kadar büyük bir budalalıktır. Kitap ehlinin, Müslümanlarla savaşmak söz konusu olduğunda kâfirlerin ve ateistlerin safında yer aldıklarını bile bile böylesi bir sanıya nasıl kapılabiliriz?

Her çağda olduğu gibi bu çağda da aramızdaki saf kişiler, söz konusu uyarıcı gerçekleri kavrayamıyorlar. Kur’an’ın buyruklarını, yaşanan tarihî olayları tümden unutarak, kitap ehliyle -hepimiz dine inanıyoruz diyerek- elele tutuşup materyalizme ve ateizme karşı birlikte mücadele verebileceğimizi ileri sürüyorlar. Oysa kâfir olan müşrikleri göstererek; “Bunların yolu müminlerin yolundan daha doğrudur”1 diyenler kitap ehlinin ta kendileriydi. Medine’deki müşrikleri destekleyip Müslümanlara karşı kışkırtanlar, kitap ehlinin ta kendileriydi. Yine iki yüz yıl süren haçlı savaşlarıyla Müslümanlara saldıranlar kitap ehlinin ta kendileriydi. Endülüs’te yaşanan korkunç trajedinin sorumluları onlar değil midir? Ateistlerin ve materyalistlerin de yardımını alarak, Filistin’deki müslüman Arapları perişan edenler, onların yurdunu Yahudilere verenler kitap ehlinin ta kendileri değil midir? Habeşistan, Somali, Eritre ve Cezayir’de Müslümanların perişan olmalarının nedeni yine onlar değil midir? Yugoslavya, Çin, Türkistan ve Hindistan’da, kısacası her yerde, ateistlerle, materyalistlerle ve paganistlerle de işbirliği yaparak Müslümanların başına bin bir çorap örenler kitap ehlinin ta kendileri değil midir?

Tüm bunlara karşın bugün aramızdan kimileri kalkıp, -Kur’an’daki kesin buyrukların tamamen tersine- Müslümanlarla kitap ehli arasında dostluk ve işbirliğinin mümkün olabileceğini ileri sürüyor! Bunları söyleyenler, Kur’an’ı okumamış olmalıdırlar. Okuduysalar bile, İslâm’ın özündeki hoşgörü çağrısını, Kur’an’ın yasaklamakta olduğu dostluğa çağrı biçiminde yanlış anlamış olmalıdırlar.

Bu tür kimseler İslâm’ın Allah katında kabul görecek tek inanç olduğunu kavrayamamışlardır. İslâm’ın, yeryüzünde yeni bir yapılanmayı hedefleyen, dün olduğu gibi, bugün de kitap ehlinin düşmanlıklarına ve saldırılarına göğüs gerilmesini sağlayacak olan, yapıcı bir hareket niteliği taşıdığını da anlayamamışlardır.

Kur’an’da kitap ehline karşı takınılması istenen tutum, kesinlikle değiştirilemez. Çünkü bu son derece doğal ve alternatifi olmayan bir tutumdur.

“Ey müminler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez.”

Onlar, birbirlerinin dostlarıdırlar. Bu, çağlar üstü bir gerçektir. Onlar, hiçbir yerde, hiçbir tarihte Müslümanlara dost olmamış ve olmayacaklardır. Nitekim geride kalan bunca yüzyıl da, Allah’ın bu şaşmaz sözündeki doğruluğu perçinlemiştir. Onlar Medine’de Peygamberimiz ve Müslümanlara karşı savaşma noktasında birbirlerinin dostlarıydılar. Bu noktada, tarih boyunca da birbirlerinin dostları oldular. Bu kural, tarih boyunca bir kez de olsa delinmemiştir. Yeryüzünde meydana gelen olayların tümü, Kur’an’ı Kerim’in tek bir olay değil, sürekli bir nitelik biçiminde ortaya koyduğu tespitler doğrultusundadır. Bu temel gerçeğin ardından, bunun sonuçları anlatılıyor...

Yahudiler ve Hıristiyanlar birbirlerinin dostları olduklarına göre, ancak kendilerinden olan bir kimseyi dost edinirler. Müslümanların safları arasındaki bir kimse Yahudi ve Hıristiyanları dost edindiğinde, Müslümanların safını bırakmış, kendini “İslâm” niteliğinden soyutlamış ve karşıt safa katılmış demektir. Böylesi bir davranışın, gerçek ve doğal sonucu da budur:

“Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur.”

O bu tutumuyla, kendine, Allah’ın dinine ve müslüman topluma zulmetmiştir. Bu zulümden ötürü de Allah onu, kendisine dost bildiği Yahudiler ve Hıristiyanlar kategorisine sokmuştur. Allah onu, artık doğru yola iletmeyecek, yeniden Müslümanların safına döndürmeyecektir:

“Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez.”

Müslüman’ın, hem -birbirlerinin dostları olan- Yahudiler ve Hıristiyanlarla dostluk kurması, hem de müslüman ve mümin kalabilmesi, ayrıca - sadece Allah’ı, Peygamberi ve müminleri dost bilen- Müslümanlar safındaki yerini kaybetmemesi mümkün değildir... Bu mesele tam bir yol ayrımıdır...

Müslüman, İslâmî sistem dışında başka bir sistemi benimsemiş insanlarla kendisi arasında tam bir ayrım gözetme noktasında gevşeklik gösterdiği müddetçe, yeryüzünde diğer tüm sistemlerden farklı, eşsiz ve gerçekçi bir sistemi yerleştirmeyi samaçlamış olan görkemli İslâmî hareket adına, kayda değer hiçbir eylem ortaya koyamaz...

İslâm sistemi ile kitap ehlinin ya da daha başka grupların sistemleri arasındaki farklar eğer gerçekten fazla değilse ve de müslüman söz konusu kesimlerle barış ve uzlaşma yoluyla belirli noktalarda anlaşmaya varabilecekse, İslâm’ın sistemini yerleştirmek için didinmekten söz etmenin ne anlamı olabilir ki?

İslâm, Müslüman’ı, tüm insanlarla ilişkisini inanç temeli üzerine oturtmakla yükümlü kılmıştır. Müslüman gerek düşüncesinde gerekse pratikte, dostunu ve düşmanını inanç esasına göre belirlemek durumundadır. Dolayısıyla müslüman ile müslüman olmayan bir kimse arasında herhangi bir dostluk ve yardımlaşma söz konusu olamaz. Çünkü bu iki kimsenin, inanç bazında yardımlaşabilmeleri olası değildir. Bu iki insan arasında, ortak inanç esasları bulunmadığına göre, böylesi bir işbirliğinin gerçekleşebileceği nasıl düşünülebilir?

 

1- Nisa, 51