Makale

BUNLARIN HEPSİ “TAKİYYE” İSE, “GERÇEK” HANGİSİ?

Paylaş:

YAZAR: HASAN KARAKAYA

 

Tâ 2004’te meydana gelmiş ve üstelik “hiç kimsenin inanmadığı” belgeler üzerine konuşup; “Benim kolum-kanadım kırıldığı gibi, dilime de bir kilit vuruldu. (...) Bazı dostlarımız sükut çağrısı yapıyor... “Böyle bir mevzuyu müdafaa etmede susmak, dilsiz şeytanlıktır” diyerek meydan okuyan biz miyiz, yoksa Hocaefendi mi?..

Kaldı ki; “müflis bakkal”lık yapıp da, “eski defterleri karıştırmaya” hiç ihtiyacımız yok?.. Hocaefendi’nin, “2004’teki  bir olay”dan dolayı kullandığı “kolum-kanadım kırıldı” sözünden hareketle; Cemile Bayraktar’ın sorduğu şu soruları biz de sorabiliriz:

 

 28 Şubat günlerinde Erbakan Hoca’ya, “Beceremediniz artık bırakın” diyen manşetleri, öğrencilerinize “başınızı açın” direktifini, biz direnen kardeşlerinizden bazılarına “terörist” sıfatını uygun görürken, bizim kırılan kollarımızı bırakın, kırılan kalplerimizi hiç mi düşünmediniz?

 Mavi Marmara’da şehit edilen kardeşlerimiz için “Otoriteden izin alsaydılar” derken, hiç mi canınız yanmadı?

Ülkenizin Başbakan’ı “One minute” diyerek zulme maruz kalmış bir halk için hakkı haykırırken buruşan yüzlerinizden dolayı hiç mi kederlenmediniz?

Evladı asit kuyusunda can veren, yavrusunun cesedine işkence edilen kürt; askere uğurladığı civan evladının tabutunu alan Türk analar ve babalar, sekte vurduğunuz süreç içerisinde attığınız başlıklar ve “Süreç lehine bir şey yazılmayacak” diye emir verdiğiniz gazetecilerinizden yana hiç mi vicdanınız sızlamadı?

Ticari ve siyasi bir kâr sağlama aracı olmaktan ileri gitmeyen Türkçe Olimpiyatları’nıza “Peygamber Sallalahu Aleyhi ve Sellem’in geldiğini” söylerken, O’nunla, yarın ahirette yüzleşebileceğinizi hiç mi hesaba katmadınız?

Sizi bitirmek isteyip, MGK’da “Gülen’i bitirin” diyenleri, imzayı basıp içeri tıkanlara karşı kin ve nefret kusarken hiç mi ahde vefâ aklınızdan geçmedi?

Yarım asırdır Filistinli çocukların kollarını kanatlarını taşlarla ezen -ki kol kanat kırılışı budur- İsrail’e, gazetenizde; “Sizinle sorunu olan AK Parti ile sorunumuz var” derken, hiç mi gözünüzün önünden geçmedi siyah gözlü o Arap çocuğun yanağından sızan kana karışmış gözyaşı?

Dünyaya zulüm salan İsrail’den, insanları yetmeyince Müslümanları insansız hava araçlarıyla katleden ABD’den esirgemediğiniz empatiyi ve sempatiyi neden bizden esirgediniz?

Taraf gibi bir gazeteyi sürece köstek olmak için boşaltırken hiç mi kolu kanadı kırılanları hesaba katmadınız?

Bir iftira mağduru Salih Mirzabeyoğlu’nun hapiste geçirdiği yıllardan sadece bir gününü hesaba katıp, kendisine “terör örgütü üyesi” diyen manşetinizden dolayı hiç mi hayâ etmediniz?

 Hiç kimseye karşı eksik etmediğiniz “hüsn-i zan”nınızı, size; “Bu kardeşlerim ne istedi de geri çevirdim?” diyen adamdan esirgerken, hiç mi “Acaba...” demediniz?

Eğer biz “müflis bakkal” olsaydık, Cemile Bayraktar’ın sorduğu soruların onlarcasını sorar ve sonunda derdik ki;

“Bunların hepsi mi takiyye?”

O söz takiyye,

Bu hareket takiyye!..

Peki;

“Gerçek Hocaefendi” hangisi?..

Yoksa, “takiyye” yapa yapa,

“Zikrettiğiniz şeye mi dönüştünüz?”

 

28 ŞUBATÇILARA TAKTİK

“2004 MGK’sında alınan karar”lar, madem ki Hocaefendi’nin “kolunu-kanadını” kırmıştır, o zaman biz de “1997’de kolu-kanadı kırılan bir kitle”den, evet, “Erbakan Hoca ve sevenleri”nden söz edelim...

Tarih 31 Ağustos 1997...

Fethullah Hocaefendi ile tedavi görmekte olduğu ABD’nin New Jersey eyaletindeki evinde görüşen gazeteciler arasında bulunan Milliyet Muhabiri Yasemin Çongar, Hocaefendi ile yaptıkları röportajı “3 bölüm halinde” yayınlamış...

31 Ağustos 1997 tarihinde yayınlanan “1. bölüm”de; “Hocaefendi’nin askerlere verdiği taktik” yer alıyor.

Sormuş gazeteciler;

“RP’nin kapatılması, Türkiye’nin genel dengeleri açısından ne sonuç verir?”

Hocaefendi, her ne hikmetse ve nereden icap ettiyse; “Amerikalı yetkililerin kanaatleri” ile girmiş söze ve demiş ki;

“Amerikalı yetkililerin, kanaatleri bana intikal ettiği kadar, Refah’ın kapatılacağı merkezinde düşünceler var. Ben eskilerin ifadesiyle ‘bila kaydu şart’ o mülahazalara katılmıyorum. Hiç kapamayabilirler. Refah Partisi’nden kurtulmak isteyenler için kapamak bir iştir. Bana yapacakları şey, kendileri açısından bunu yapmak isteyebilirler... Daha makulü, Refah’ı kapatmamak, mahkemeyi devam ettirmek, mahkeme devam ederken seçime girmek.

Seçim sathı mailine girilirken mahkemenin devam etmesi, Refah’a olan güveni sarsar. Kapatılacak olan bir parti mühalazası hasıl eder. Oy verilmez ona. Daha demokratik yolla bu oylar Refah’a yakın partilere kayar, büyük ölçüde.

Maksat hasıl olur.

Belki böyle yapmayı tercih ederler.

Böyle yapma da, toplum tarafından birilerini büyük ölçüde töhmet altına itmez...

Mahkeme bitmemiştir.

Karar verilmemiştir.

Kapatılmamıştır.

‘Eh, ne yapalım, millet tercihini bu istikamette yaptı’ diyebilirler.”

 

SANKİ SİYASET MÜHENDİSİ!

Görüyorsunuz ya;

Hocaefendi, bir “Hocaefendi” gibi değil, adeta bir “siyaset mühendisi” gibi konuşuyor ve 28 Şubat’çılara “akıl” veriyor, “taktik” veriyor!..

Diyor ki;

“RP’yi kapatmayın!”

Ya ne yapsınlar?..

“Kapatma dâvâsını açın, mahkeme devam ederken, seçime gidin!.. RP’nin nasıl olsa kapatılacağını düşünen insanlar bu partiye oy vermezler... Oylar, Refah’a yakın partilere gider, böylece maksat hasıl olur!”

 

İNÖNÜ, ÖZGÜRLÜK VE TÜRKİYE!

Gülen Hocaefendi, aynı sohbette;

“Türkiye’de İslami hak ve özgürlüklerin, dünyanın birçok Müslüman ülkesinden çok daha ileri olduğunu” söylemiş... Dahası; M.Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’nün “Müslüman” yönlerini  anlatmış ve onları “dine karşı” gibi göstermenin yanlış olduğunu belirtmiş...

Atatürk’ü bir tarafa bırakalım da, İsmet İnönü mü “dine karşı değil”di?!?..

Peki, camileri “ahır”a çeviren, bazılarını “satan”, bazılarını da “CHP binası” yapan kimdi?..

Hepsi bir yana da;

Evlerden “Kur’an-ı Kerim”leri ve “dinî kitap”ları toplatıp, “köy meydanlarında yaktıran” kimdi?..

Bu milletin;

“Bağ damlarında Kur’an öğrendiği” dönem, “Millî Şef dönemi” değil miydi?..

Daha neler neler?..

Hocaefendi, her zamanki gibi, yine “takiyye” yapmış olabilir!..

Geçelim...

Geçelim geçmesine de;

“Türkiye’de İslâmî hak ve özgürlüklerin dünyanın birçok Müslüman ülkesinden çok daha ileride olduğu” lâfına ne diyeceğiz?..

Hem de Ağustos 1997’de!..

Hem de “Kur’an kurslarının, terör üssü basılır gibi basıldığı!.. Başörtüsünün yasaklandığı!.. Sırf başörtülü oldukları için minnacık İHL öğrencilerinin incecik bileklerine kelepçe takıldığı!.. Eyüp İHL’de protesto gösterisi yapan kız öğrencilerin bir otobüse bindirilip, tâ Kayışdağı veya Büyükçekmece’ye götürülüp, bırakıldığı!.. Yeşil Sermaye denilen dindar işadamlarının geceyarısı operasyonları ile yataklarından kaldırılıp gözaltına alındığı ve günlerce işkenceye uğradığı... Kebapçıların bile irticacı diye fişlendiği... İHL öğrencileri üniversiteye gidemesin diye katsayı zulmünün getirildiği... Kısacası, dindarların horlandığı ve dışlandığı” bir Türkiye; “Dindarların en özgür olduğu bir ülke” oluyor, öyle mi?..

Ne yalan söyleyeyim;

Şu “dershane tartışmaları” başlayıncaya kadar, tüm bu söylem ve eylemlerin birer “takiyye” olduğunu düşünüyordum...

Ama ne zaman “Firavun... Karun” demeye başladı, işte o zaman “kolum-kanadım kırıldı” ama, şükür ki, “göz”lerim açıldı...

04 Aralık 2013 Çarşamba