Yılın Hedefi

Hem Özde Hem Sözde Davet

Paylaş:

Kıymetli okurlarımız! Bir önceki sayımızda davetçinin okuması gereken beş önemli adımı anlatmıştık. Bu sayımızda ise okuma aşamasından sonra ilmiyle amil olmanın yani yaşamanın önemli adımlarını aktaracağız.

                “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?  Yapmayacağınız şeyi söylemek, Allah katında büyük gazaba sebep olur”1 ayeti İslam davetçisinin ölçüsü olmalıdır. Davetçinin söylemleri ve eylemleri birbiriyle tutarlı olmalı, insanları davet ettiği şeyi evvela kendisi hayatına tatbik etmelidir ki sözleri etkili olabilsin. Davet sahasında çoğu zaman sözden çok yaşantı daha etkili olmaktadır. Söz ile tebliğin yanında hal ile de tebliğ edilmelidir. Bir davetçinin başarılı olmasının sırrı, doğruluğu ve güzel ahlâkıyla orantılıdır. “Doğruluğa çağıran bir yalancının, emanete riayet etmeye çağıran bir hainin, istikamete çağıran bir sapmışın ve itaate çağıran bir isyancının o çağırışları tamamen karşılıksız kalacaktır.”2 Davetçi, insanlara tesir etmek istiyorsa (ki başarı buna bağlıdır) bilgisiyle, ahlâkıyla Allah Azze ve Celle’nin dinini en güzel şekilde yaşayarak ortaya koymalıdır.

                Hareket içerisinde söyledikleri ile yaptıkları bir olmadığı halde kendisini insanlara farklı göstermeye çalışanlar, bir süreliğine gizlenebilseler de sonunda Allah Azze ve Celle, o insanın gerçek yüzünü (bu dünyada da) insanlara gösterecek ve İslami hareketi o kişinin kötü etkilerinden koruyacaktır. Kur’an, “Sizler kitabı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip de kendi nefislerinizi unutuyor musunuz? Akletmiyor musunuz?”3 buyurduğu halde, insanlara emir ve yasakları anlatıp, kendileri uymayanlar bütün sırların açığa çıkacağı o günden ne kadar emindirler?

                Okuduğunu hayatına geçirmek elbette kolay değildir fakat her şeyde bize örnek olan Efendimiz ve ashabı; bildiğini hayatına geçirme hususunda da örnektir. Efendimizin sözlerinin ashabının üzerinde etkili olmasının ve bugün bile birçok insanın Müslüman olmasına vesile olmasının sebebi anlattığı şeyleri kendi hayatında birebir yaşıyor olmasıdır. O ashabını fedakârlığa davet ederken kendisi zaten fedakârlığın zirvesindeydi, cömertliğe, cesarete ve sabra davet ederken de aynı şekilde ümmetine büyük bir örnekti.

                Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ashabıyla aynı şartları paylaşmış, hiçbir zaman kendini onlardan farklı bir konumda görmemiş, yeri gelmiş onlardan çok daha zor bir hayatı yaşamak durumunda kalmıştır. İnsanlar açlık çektiyse, bunu herkesten önce Peygamber Efendimiz ve ailesi çekmiştir. Oysa Cenâb-ı Hak tarafından Peygamberimize, isterse yeryüzü hazinelerinin verileceği, dilerse Mekke dağlarının kendisi için altın hâline getirileceği teklif edilmişti. Peygamberimiz bunları istemeyerek şöyle dedi: “Bir gün aç kalıp sabreder, bir gün karnımı doyurur şükrederim. Çünkü iman, biri diğerini tamamlayan iki yarımdan oluşur: Bir yarısı şükür, diğer yarısı da sabırdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur; Şüphesiz bunda çok sabreden, çok şükreden her mü’min için ibretler vardır.”4

                Efendimizin ashabı da O’nun ahlakıyla ahlaklanmıştı. Çünkü Kur’an’la eğitiliyorlardı. “Kur’an okuyorlardı ama bilgilerini artırmak için değil, hayatlarını değiştirmek için. Kur’an okuyorlardı ama kültürlerini artırmak için değil, ne yapacaklarını öğrenmek için. Kur’an okuyorlardı ama kültür seviyelerini yükseltmek için değil, Allah’ın onlardan ne istediğini anlamak için.”5

                Dönemin şahitlerinden sahabe Ebu Abdurrahman es-Sülemi şöyle demiştir: “Biz Kur’an-ı Kerim’den on ayet öğrendik mi o on ayetin helalini, haramını, emir ve yasaklarını öğrenmedikçe bir sonraki on ayeti öğrenmeye geçmezdik.”6 Bu nedenledir ki Hz. Ömer’in Bakara Suresi’ni öğrenmesi sekiz yıl sürmüştür.7

                Şehid Seyyid Kutub Fizilal’inde “Kendilerine Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklü eşeğin durumu gibidir”8 ayetini şöyle tefsir eder: “İnanç emanetini yüklenip sonra onun gereğini yerine getirmeyenler, pek çok nesiller boyunca bozulan ve bu zamanda yaşayanlar, Müslümanların adlarını taşıdıkları halde onların yaptıklarını yapmayanlar, özellikle Kur’an’ı ve kitapları okudukları halde içindekilerle amel etmeyenler, gereğini yerine getirmeyenler, evet bunların hepsi önce Tevrat’ı yüklenip sonra gereğini yerine getirmeyenler gibidirler. Tıpkı koca koca kitapları taşıyan eşekler gibi. Bu tür insanlar çok hem de pek çoktur! Çünkü mesele taşınan ve okunan kitaplar meselesi değildir. Önemli olan bu kitaplardakini güzelce kavramak ve gereğini yerine getirmektir, anlamak ve yaşamaktır.” Evet, Müslümanlar öğrendiklerini hayatlarına geçirmekle mesuldür. Bu mesuliyeti yerine getirmek isteyen birçok Müslüman mevcut olsa da içinde bulunduğumuz dünya (şu anki yaşam şartları) itibariyle birçok kişinin zorlanmasına neden olmaktadır. Çünkü ortam müsait değildir, atmosfer de buna uygun değildir. İnsanlarımızın ıslahı ve İslam medeniyetinin inşası atmosferin değişmesi ile mümkün olacaktır.

                Davetçiler atmosferi değiştirmekle de vazifelidir. “İnsanın Allah’a yaklaşabilmesi Allah’ın dediğinin olduğu bir atmosferle mümkün olabilir. Allah’ın dediğinin gerçekleştiği, Allah’ın gönderdiği dinin yaşandığı bir memleket bir toplum meydana geldiği zaman insan ancak o zaman Rabbine yaklaşabilir. Hızlı bir şekilde gelişme gösterebilir. Aksi halde ya gelişme gösteremez ya da çok az gelişme gösterebilir.”9

                Davetçi, toplumuna her yaptığıyla örnek olmalıdır. Tıpkı Musab bin Umeyr gibi…

                Mus’ab bin Umeyr Rasulullah’ı görür görmez Müslüman oldu. İslamiyet’i kabul ettiği an hayatı da birdenbire değişti. Eski servet ve zenginliğinin yerini fakirlik aldı. Ailesinin sevgili oğullarına yapmadığı eziyet kalmadı. Onu dininden döndürmek için evlerindeki bir mahzene hapsederek günlerce aç ve susuz bıraktılar. Arabistan’ın yakıcı güneşi altında ağır ve tahammülü zor işkenceler yaptılar. Fakat Mus’ab bin Umeyr, bu ağır-acımasız işkenceler karşısında sabır ve sebat göstererek asla dininden dönmedi. Her seferinde bütün gücüyle haykırdı: “Allah’tan başka tapılacak, ibadet edilecek ilâh yoktur. Muhammed Aleyhisselam O’nun peygamberidir.”

                Onun Habeşistan’dan dönüşünü Hazret-i Ali şöyle anlatmıştır: “Rasulullah ile oturuyorduk. Bu sırada Mus’ab bin Umeyr geldi. Üzerinde yamalı bir elbiseden başka giyeceği yoktu. Rasulullah onun bu hâlini görünce, mübarek gözleri yaşla doldu ve “Kalbini Allah’ın nurlandırdığı şu kimseye bakın! Anne ve babası onu en iyi yiyecek ve içeceklerle besliyorlardı. Allah için bunların hepsini terk etti. Allah ve Rasulü’nün sevgisi, onu gördüğünüz hâle getirmiştir, buyurdu.” Rasulullah Efendimiz Mus’ab bin Umeyr’i Medine’ye gönderdi. Mus’ab Radıyallahu Anh’ın büyük gayretleri ve hizmetleri neticesinde İslam, Medine’de süratle yayıldı. Öyle ki, bu din her eve girmiş, iman etmeyen kimse kalmamıştı. Mus’ab bin Umeyr, Uhud’da şehit edilince, kendisini saracak kısa bir hırkadan başka bir şey bulunamadı.

                Rabbim bizlere de bu şekilde davetçi olabilmeyi nasip etsin… (Âmin)

1. Saf, 2-3.

2. Fethi Yeken, Davet Yolunda Hazırlık, s, 24.

3. Bakara, 44.

4. İbrâhim, 14/5, Hâkim, II, 484

5. Alparslan Kuytul Hocaefendi

6. El-Musannef, Abdurrezzak es-San’ani           

7. Muvatta, İmam Malik

8. Cuma, 5

9. Alparslan Kuytul Hocaefendi