Öncü Şahsiyetler

İMAM-I ŞAFİİ

Paylaş:

“Hiç bir vakit yoktur ki; ilim mütalaası hüzün ve kederi yok etmesin, ilmi mütalaa, kalbin en ince ve en gizli noktalarını harekete geçirir, insanda yüce duygular uyandırır.”

Âlemlere rahmet Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in insanlığa tebliğ ettiği Din-i İslam’ı öncelikle şanlı medeniyetin kurucuları olan sahabe nesli öğrendi, uyguladı ve anlattı. Onlardan da, bir sonraki nesil olan Tabiîn nesli öğrendi ve sonrakilere anlattı. Kendilerinden sonra ise mezhep imamlarımız yetişip İslâm fıkhını tedvin ettiler, bir araya getirdiler. Onlar hem ilimleriyle, hem de ahlâk ve takvalarıyla cehaletten kararmış beyinlere meşaledir. Bu mübarek zatları anlatmaya İmam-ı Âzam ile başlamıştık. Bu sayımızda ise İmam-ı Şafii hazretleriyle devam ediyor ve bu mübarek zatların her birindeki ilmin, takvanın, örnek şahsiyetin bizlere de yansımasını Rabbimizden niyaz ediyoruz.

Dört büyük mezhep imamlarımızdan İmam-ı Şafii, Hicrî 150/Miladî 767 yılında Filistin’in Gazze şehrinde doğmuştur. Ebu Muhammed bin İdris, dedelerinden biri olan Şafiî İbn es-Sâib’e nispeten ‘Şafiî’ olarak bilinir. Soyu Abdi Menâf’ta Hz. Peygamber’in soyuyla birleşir. Henüz küçük yaşta iken babasını kaybeder. Fakir bir şekilde yaşayan annesi, oğlunu alıp Mekke’ye gitmeye karar verir. Mekke’de, daha küçük yaşta kendisini ilme veren İmam-ı Şafiî, yedi yaşında Kur’ân-ı Kerim’i, on yaşında da İmam Mâlik’in ‘el-Muvatta’ adlı hadis kitabını ezberler ve on beş yaşına geldiğinde, fetva verebilecek bir seviyeye ulaşır.

Kendisi, ilim öğrenmeye başladığı bu ilk günleri için şöyle demiştir: “Kur’an-ı Kerim’i ezberledikten sonra devamlı Mescid-i Haram’a gidip, fıkıh ve hadis âlimlerinden pek çok istifade ettim. Fakat çok fakir idik, bir yaprak kâğıt almaya bile gücümüz yoktu. Derslerimi ve öğrendiğim meseleleri yazmakta çok sıkıntı çekerdim.”

Daha on yaşında iken, o zamanın en meşhur âlimi İmam-ı Malik’in “Muvatta” adlı hadis kitabını, dokuz günde ezberlemiştir. Gençliğinin ilk yıllarında kendini tamamen ilme verip, Mekke’deki Süfyan bin Uyeyne, Müslim bin Halid ez-Zenci gibi fakih ve muhaddislerden ilim tahsil etmiş, hadis, fıkıh, lügat ve edebiyatta çok yüksek seviyeye ulaşmıştır. Tahsilinde en önemli safha, İmam Malik hazretlerine talebe olmasıyla başlamıştır. Mekke’den Medine’ye gidip, İmam Malik’den ders almasını ise şöyle anlatır: “İlk zamanlar Mekke’de, Müslim bin Halid’den fıkıh öğrendim. O sırada Medine’de bulunan Malik bin Enes’in büyüklüğünü ve Müslümanların imamı olduğunu işittim. Kalbime geldi ki onun yanına gideyim, talebesi olayım. Sonra onun meşhur eseri olan “Muvatta”nın bir nüshasını, Mekke’de birinden tekrar geri vermek üzere alıp dokuz günde ezberledim. Mekke valisine giderek, birini Medine valisine birisini de Malik bin Enes’e vermek üzere iki mektup aldı ve Medine’ye gittim. Medine’ye varınca, Medine valisine gidip ona ait olan mektubu verdim ve Medine valisi ile birlikte İmam Malik’in yanına gittik, İmam Malik dışarı çıktı. Uzun boylu ve gayet heybetli bir görünüşü vardı. Medine valisi, Mekke valisinin gönderdiği mektubu imama takdim etti. Mektupta “Muhammed bin İdris, annesi tarafından şerefli bir kimsedir. Ve hali şöyle şöyledir...” diye yazılı olan kısmı okuyunca: “Subhanallah! Rasulullah’ın ilmi şöyle mi oldu ki, mektup ile yazılıp, sorulup, talep olunur” dedi. Ben de durumumu ve ilim öğrenmek istediğimi anlattım. Sözlerimi dinledikten sonra bana baktı. “Adın nedir”dedi. “Muhammed”dedim. “Ey Muhammed, ilerde büyük bir şanın olacak, Allah-u Teâlâ senin kalbine bir nur vermiştir. Onu masiyetle söndürme! Yarın birisi ile gel, sana Muvatta’yı okusun” buyurdu. Ben de: “Onu ezberledim, ezberden okurum” dedim. Ertesi gün İmam-ı Malik’e gelip okumaya başladım. Her ne zaman, imamı üzme korkusundan okumayı bırakmak istesem, benim güzel okumam onu hayretler içerisinde bırakır, “Ey genç biraz daha oku” derdi. Kısa zamanda Muvatta’yı bitirdim.”

İlimde yüksek bir dereceye ulaşan İmam-ı Şafii Mekke’ye dönünce, Yemen valisi onu Yemen’e götürüp kadılık vazifesi verdi. Beş yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra, Bağdat’a giderek, ilmini ilerletmek için, İmam-ı Âzam’ın talebesi olan İmam-ı Muhammed’den ders almaya başladı. İmam-ı Şafii, Bağdat’ta İmam-ı Muhammed’den aldığı dersleri tamamlayıp, Mekke’ye döndü. Mekke’deki bu ikâmeti dokuz yıl kadar sürdü. Sonra tekrar Bağdat’a gitti. Burada bulunan âlimler, İmam-ı Şafii’ye hürmet göstermiş ve ilim talebeleri onun etrafında toplanmıştır. Bağdat âlimleri dahi ondan ders almışlardır. Daha önce Mekke’de İmam-ı Şafii ile görüşen ve ondan hadis dinleyen Ahmed bin Hanbel kendisine talebe olmuş, onun üstünlüğüne hayran kalmıştır. Yine İmam-ı Şafii ile emsal olan İshak bin Raheveyh ve benzerleri ondan ilim tahsil etmiştir. Herkes onun dersine koşuyor ve verdiği fetvalara hayran kalıyordu. Ders ve fetva vermekte uyguladığı usul, geniş olarak açıkladığı istinbat (kaynaklardan hüküm çıkarma) usulü olan, usul-ü fıkıh ilmi idi. İmam-ı Şafii hazretleri, ilim, zühd, marifet, zekâ, hafıza ve nesep bakımlarından zamanındaki âlimlerin en üstünü idi. On üç yaşında iken, Harem-i Şerif de: “Bana istediğinizi sorunuz” derdi. On beş yaşında iken fetva verirdi. Zamanının en büyük âlimi olan ve üç yüz bin hadis-i şerifi ezbere bilen imam-ı Ahmed bin Hanbel, ondan ders almaya gelirdi. Çok kimse İmam-ı Ahmed’e: “Sen böyle büyük bir âlim iken, çocuğun yaşındaki bir genç karşısında nasıl oturuyorsun?” dediklerinde şu cevabı vermiştir: “Bizim ezberlediklerimizin manalarını o biliyor. Eğer onu görmeseydim, ilmin kapısında kalacaktım. O, dünyayı aydınlatan bir güneştir, ruhlara gıdadır” derdi. İmam Şafii’nin “er-Risâle” adlı eseri fıkıh usulünde ilk kaleme alınan usul kitabıdır. Hanefilerde, usul müctehid imamlar devrinde yazılı bir eser haline getirilmemiş daha sonra fürûdan hareket edilerek usul kaideleri belirlenmiştir. İmam-ı Şafiî, işin başında er-Risâle’yi yazarak sonraki Şafii bilginlerini bu külfetten kurtarmıştır. İmam Şafii’nin “el-Ümm” adli eseri ise Mısır’da mezhep görüşlerini kapsayan bir fıkıh eseridir.

Onun ilmî ve edebî şahsiyeti yanında, takvası, olgun karakteri ve güzel ahlâkı da zikredilmesi gereken hususlardandır. Kendisine Sıffın meselesi, sorulunca şu anlamlı cevabı vermişti: “Ömer b. Abdülaziz’e Sıffın’da ölenler sorulunca o: ‘Allah’ın elimi bulaşmaktan koruduğu kanlardır’ demişti. Şimdi ben de dilimi bu kana bulaştırmak istemiyorum.”

Öğrencileri onun hakkında: “Şafii hazretleri bir ayeti tefsir etmeye başlayınca, sanki o ayetin indirilişini görmüş gibi büyük bir vukufla konuşurdu” derler. Bir defasında ders verirken on defa ayağa kalktı. Sebebini sorduklarında buyurdu: “Seyyidlerden bir çocuk kapının önünde oynuyor. Kapının önüne gelip kendisini gördüğüm zaman ona hürmeten ayağa kalkıyorum. Rasulullah’ın torunu ayakta dururken oturmak reva değildir.”           

İmam-ı Şafii, İslam’a hizmet uğrunda tükettiği hayatının son anlarını, Kur’an-ı Kerim’i dinleyerek geçirdi. Ömrünün sonuna kadar Kur’an ve Sünnet’e bağlı kalarak, ümmete ışık tutacak kaideleri ilahî nur ile destekleyen ve her anını Rabbine hizmetle geçiren büyük imam, artık ölüm anını yaşamaktaydı. Son nefeslerini vermek üzere iken halini sordular. “Dünyadan göçüyorum, artık ondan ayrılıyorum. Ümit şerbetini içiyorum ve Kerim olan Rabbime gidiyorum” diyerek gözlerini kapadı. İmam-ı Şafii yoktu artık, ancak kendisini çağlara tanıtan yetiştirdiği talebeleri, ardında bıraktığı eserleri ve halis bir ömrüdür...  Gelecek sayımızda Malikî Mezhebi’nin kurucusu İmam Malik’in hayatıyla devam etmek ümidiyle Allah’a emanet olunuz.