Yılın Hedefi

İmanı Kuvvetlendiren Etkenler -3

Paylaş:

Önceki yazımızda imanı kuvvetlendiren etkenlerden ibadetlere ve tefekküre temas etmiştik. Bu yazımızda ise tevbe etmenin ve Kur’an-ı Kerim ile daha yakın diyalog kurmanın önemine yer vereceğiz.

Bir Müslümandan asıl beklenen; günah denizine dalmadan, tertemiz bir hayat sürerek vakti geldiğinde emaneti Rabbine iade etmesidir. Fakat yaratılışı itibariyle beşer (deri, nefis sahibi) olma vasfını üzerinde taşıyan insan ister istemez günahlara girebilmekte tertemiz fıtratını kirletme kötülüğünü kendine yapabilmektedir. Atamız Hz. Âdem Aleyhisselam’ın yaptığı hatanın ardından cennetten çıkarılmasını ve dünyaya indirilmesini göz önüne alacak olursak günahın insanı manevi makamlardan düşüren ve aşağılara çeken bir yönünün olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Tahrif edilmiş olan Hristiyanlık, Hz. Âdem’in işlediği günahı ondan sonra gelen tüm insanların omuzlarına yüklemiş daha sonra Hz. İsa Aleyhisselam’ın çarmıha gerilmesiyle insanlığı bu günahtan kurtarmıştır(!). Yani onlara göre insan, hem Hz. Âdem’den kalma hak etmediği günahları yüklenen hem de Hz. İsa’nın kurban edilmesiyle tüm günahlardan kurtulan bir varlıktır. Dolayısıyla insanın günahları yüklenmesi de günahtan kurtulması da kendisinden kaynaklı değil, dış faktörlerin etkisi ile olmaktadır. Fakat İslam, her insanı sadece kendi işlediği günahlardan sorumlu tutmuş ve yaşadığı hayatta bu günahlardan arınmak için ona tevbe imkânını vermiştir.

Yaşadığımız bu dünya hayatı Kur’an-ı Kerim’in tarifiyle bir oyun ve eğlence gibi basit, nimetleri ve varlığı geçicidir. Fakat imtihan odur ki bu kadar olumsuz vasfına rağmen dünya nimetleri insana güzel gösterilmiştir. Özünde bir bataklık hükmünde olan dünya, insana beş yıldızlı saray gibi takdim edilmiştir. İşte insanların ekseriyeti bu bataklığın suyundan içmek ve elindeki tüm kapları bu su ile doldurmak için çabalamaktadır. Doldurulan her bir kap kıyamet günü omuzların taşıyamayacağı, hesabının verilemeyeceği bir günahı temsil eder. İnsanoğlu tüm uyarılara rağmen isteyerek veya istemeyerek günaha girebilmektedir. Fakat Rabbimiz kullarının bu halini düzeltmek ve onları temizlemek istemektedir. Yüce kitabımızda Allah Azze ve Celle bataklığın ortasında duran, kendini manevi olarak ölüme atanlara merhameti ile yaklaşmaktadır. “De ki: Ey kendi nefislerine karşı haddi aşan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar.”[1] Haddi aşmamıza, sınırları çiğnememize rağmen Rabbimiz bizlere merhametiyle “kullarım” diye hitap etmektedir. İnsana bu kadar rahmetiyle yaklaşan Rabbimizin, hatasından pişman olan kullarını affetmemesi düşünülemez.

Günahlar; imanın nurunu söndüren, heyecanını bitiren, aşkını yanlış sevgilere yönlendiren nefis çölündeki seraplardır. Uzaktan sana hayat bahşedecek gibi görünürken yanına yaklaştığında senden ümitlerini ve heyecanını çeker alır. Günahlar; Allah yolunda mücadelede ayağına pranga, yoluna dikendir. Bir örümceğin ağı gibi seni saran, kalbini yavaş yavaş ölüme mahkûm eden güzel görünümlü kapanlardır. Tevbe ise daha masum, samimi ve içtendir; pişmanlık ve gözyaşından alır masumiyetini… Gecelere, secdelere, yalnızlığa borçludur samimiyetini. Günah ne kadar zillete mahkûm ederse insanı, tevbe de o kadar haysiyet bahşeder varlığımıza. İhlastan sonra kulluğu derinden hissetmenin en önemli basamağıdır belki de. Kapıyı ısrarla çalmanın, vazgeçmemenin, istediğimi alana kadar kapının eşiğinden ayrılmayacağım demenin sessiz, gösterişsiz ama bir o kadar da yüce halidir. İşte bu hal, bitkisel hayata geçmiş imanlarımıza yeniden can verir. Nefisten aldığı her bir darbeyle kararan kalplerimize her bir istiğfarla affedilmenin berraklığını sunar. Hz. Peygamber’in dahi günde 70 defa uğradığı bu limana günler geçmesine rağmen bir kez olsun uğramayan Müslüman nasıl O’nun izinden gittiğini söyleyebilir? İslam, Müslümandan hiç günah işlememesini değil hataya düştüğü halde pişmanlıkla Rabbine yönelmesini bekler. Bildiğimiz veya bilmediğimiz onlarca günahımız varken her fırsatta tövbeye sarılmak zorundayız. Bütün bu özellikleri ile tevbe imanın kuvvetlenmesinde çok önemli bir etkendir.   

İmanı kuvvetlendiren etkenlerden bir diğeri de Kur’an-ı Kerim’i okumak, dinlemek ve onunla amel etmektir. Ayet ve hadislerle amel etmenin gerekliliğini tartışmaya bile lüzum yoktur. Fakat burada asıl üzerinde durmak istediğim Kur’an’ı anlayarak okumak ve her fırsatta dinlemeye çalışmaktır. Yani gözümüzü ve kulağımızı Allah’ın kelamı ile sürekli meşgul ve memnun etmektir. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Kim Rabbine yalvarmayı ve O’nunla konuşmayı severse kalp huzuru ile Kur’an okusun”[2] buyurarak Kur’an okuduğumuzda aslında Rabbimiz ile doğrudan diyalog kurduğumuzu ifade etmiştir. Müslüman kimse arabasında, evinde sürekli Kur’an’ı okumayı ve dinlemeyi kendine adet edinen kimsedir. Kur’an’dan ezberler yaparak zihnini ayetlerle temizlemeyi bilen ve Kur’an’ın tefekkür dünyasından istifade edendir.

Arabada, iş yerinde, yolculuk esnasında Kur’an dinlemek insana farkında olmadan hem sevap hem de manevi güç katar. Kur’an okurken mealini de okumak; ayetler bize ne söylüyor acaba diye üzerine düşünmek, şuurumuzu güçlendiren, mesuliyetimizi tekrar tekrar hatırlatan küçük ama önemli adımlardır. Ramazan Ayı’nın yaklaştığı bugünlerde bu rahmet iklimini Kur’an’la taçlandırmak yapılması ilk gerekenler arasındadır. Kur’an’ın her bir kelimesine hatta her bir harfine onlarca sevabın verilmesi bizim bu konudaki şevkimizi daha da artırmalıdır. Fakat Ramazan aylarında daha bariz bir şekilde ortaya çıkan aslına bakılırsa yılın tüm aylarında içine düştüğümüz büyük bir hatadan da sakınmak gerekmektedir. Kur’an-ı Kerim’i sadece ağız hareketleri ile okumak; dilden kalbe, kalpten hayatlara taşımamak ciddi sorunlarımızdan bir tanesidir. Bugün nice insanın Kur’an ile diyaloğu bundan öteye geçmemektedir. Kur’an’ın tamamını ezbere bilen hafızlarımızın, her Ramazan Ayı’nda Kur’an’ı hatmeden Müslümanların bile Kur’an’ı anlama ve hayata taşıma noktasında ne yazık ki önemli eksikleri bulunmaktadır.

Müslüman, Rabbinin kelamını her şeyin üstünde tutandır. En çok O’nunla meşgul olan ve en çok O’na iltica edendir. Muhterem Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin dediği gibi: “En çok okuduğunuz kitap Kur’an olmalı, en çok anlattığınız kitap Kur’an olmalı, yaşadığınız kitap Kur’an olmalı. Hiçbir kitap Kur’an’a perde yapılmamalıdır.” Özetle Müslüman her yönüyle bir Kur’an eri olmalıdır. Tıpkı Efendimiz gibi hayatı Kur’an, daveti Kur’an’a, azığı Kur’an’dan ve meşguliyeti sürekli Kur’an’la olan kimseye Kur’an eri denilebilir. Böyle bir insanın imanında olgunlaşma, hayatında değişme ve sözlerinde tesir görülür.

Kur’an; Rabbimizin yüce kelamı, gözümüzün nuru ve kalplerimizin şifasıdır.

İmanlarımız hasta Ya Rab! Kur’an’la şifa ver bize, ayetlerinde dirilt kalplerimizi ve mesajınla uyandır ümmetimizi! Âmin.

Bir sonraki yazımızda imanı kuvvetlendiren diğer etkenleri ele almak temennisiyle, Allah’a emanet olunuz.

 

[1] Zümer, 53

[2] Suyûtî, I, 13/360