Yılın Hedefi

İmanı Kuvvetlendiren Etkenler -4

Paylaş:

Bir önceki sayıda imanı kuvvetlendiren etkenlerden tevbe etmenin ve Kur’an-ı Kerim ile yakın diyalog kurmanın öneminden bahsetmiştik. Bu yazımızda ise İslam büyüklerinin ve dava adamlarının hayatını öğrenmenin manevi gelişimdeki önemli rolüne yer vereceğiz.

İSLAM BÜYÜKLERİNİN VE DAVA ADAMLARININ HAYATINI ÖĞRENMEK

İnsanlık tarihi aynı zamanda hak ile batılın mücadelesinin tarihidir. İlk olarak Hz. Adem’in evlatları arasında başlayan yeryüzündeki bu mücadelenin, kıyamete kadar süreceğinde şüphe yoktur. Tarih boyunca batılın safında Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller gibi azılı kafir ve zalimler yer alırken Hakkın safında ise peygamberler, alimler ve dava adamları gibi mü’min ve mücahid kimseler olagelmiştir. Hakkın safında yer alan bu büyük insanların hayatını öğrenmek, onların izinden gidenler için büyük bir muharrik ve manevi güç kaynağıdır. Burada sınırlı sayıda kelimenin arasına bu şahsiyetlerin değil hayatını, isimlerini bile sığdırmanın mümkün olmadığının farkındayız. Fakat en azından bazılarına yer vermenin ve onlar üzerinden bir bakış kazandırmanın gayretinde olacağız.

Hz. İbrahim ile başlayalım söze… İlk durağımız, kuvvetli imanı sayesinde “Göklerde tek ilah olduğu gibi yeryüzünde de tek ilah olsun” diyen o büyük peygamber olsun. Ateşe atılmak pahasına elindeki Tevhid baltasını şirkin bağrına vurmaktan bir an olsun çekinmemişti. Merhum Sezai Karakoç onu: “Herkes İbrahim olmak ister ama kimse de ateşe atılmak istemez. Peki, ‘İbrahim olmak’ ne demek? Ateşin bir tarafından girip öbür tarafından çıkacaksın sapasağlam olarak. Ateş yakacak bir şey bulamayacak sende. İşte İbrahim olmak bu” sözleri ile anlatmıştı. Nemrut’a ve Nemrutvâri düzenlere tek başına meydan okumuştu. Tek olması yalnız olduğu anlamına gelmiyordu. Allah ile birlikte olanın yalnız kalması mümkün değildi. Rabbimiz onu, tek başına ümmet olarak vasfetmişti.1 Bu aslında, bir ümmetin derdini tek başına omuzlarına almanın, omuzlar çatlarcasına bu yükü taşımanın ve sorumluluğun farkında olmanın tarifidir.

İbrahim olmak… Mazluma karşı halim selim, zalime karşı çelikten duvar olmaktır. Dertli, sancılı, içli bir adam olmaktır. Farklı haller görürüz Hz. İbrahim’de. Birbirinden çok farklı ama temelde hepsi tek çatı altında toplanan haller vardır onda. Şirk düzenlerine karşı meydan okurken cesaretle yoğrulmuş, korkusuz bir imanla doludur yüreği. İnsanlığın kurtuluşu söz konusu olduğunda yorulmayan bir gayret, dilinden düşmeyen ama ta derinlerden gelen bir âh ve kalbindeki tüm hücreleri yaşlandıracak kadar ağır bir sancıyı gönlünde taşır. Biz, Hz. İbrahim’de dert insanı olmayı, dertle yoğrulmayı, sabırla doğrulmayı, kullukla kavrulmayı görürüz. Tüm bu meziyetlerine rağmen Hz. İbrahim sadece bir kuldur. Bu farkındalığı her zerresiyle idrak etmiş ve Rabbi ona “teslim ol” dediğinde “Alemlerin Rabbine teslim oldum”2 diyebilmişti tereddüt etmeden, düşünmeden… Teslimiyet bu değil midir zaten? Her adımı planlamaya, her şeyi tüm ayrıntıları ile düşünmeye ve ondan sonra yola revan olmaya teslimiyet denilebilir mi? Teslimiyet; evladını kesmek gerekiyorsa bıçağın en keskin yerini boğazına dayamak, eşini çölde terk etmek gerekiyorsa ardına bile bakmadan, en ufak bir dönüş emaresi göstermeden terk etmektir. İşte İbrahim Aleyhisselam tüm varlığını, var edene adayarak tüm insanlığa bu teslimiyetini göstermişti. Geride kalanlara hiçbir mazeret bırakmamıştı.

İslam tarihinin hangi sayfasını açsak noksansız bir şekilde teslimiyet, cesaret, fütüvvet ve tevekkül sahiplerinin var olduğunu görebilirsiniz. O sayfalardan birisinde de Peygamberimizin biricik torunu Hz. Hüseyin vardır. Herkes onu Kerbela ile bilir. Kerbela; Ümmet-i Muhammed için başlı başına bir olay, bir ders ve bir mirastır. Kerbela’nın yıldızı olan Hz. Hüseyin’de biz, Yezîd’e ve Yezîdî düzenlere meydan okuyarak korkak, pısırık ve ölmeye başlamış bir ümmete can vermek için canından geçmeyi görürüz. Ali Şeriati’nin “şehit, tarihin kalbidir” diye kendisinden söz ettiği ve o şahsiyetleri her okuduğumuzda kalbin damarlara kan pompalaması gibi imanlarımıza kuvvet, hayat ve ruh veren bir şehittir. Kerbela’da öleceğini bilerek çıktığı o yolda, tüm şehitlerin ortak özelliği olan ölümü ile geride kalanları diriltme vazifesini kendi üzerine almıştı. Hz. Hüseyin’in bize miras bıraktığı şeylerin başında şehadet, kadere rıza, zalimlere kıyam ve yılmayan bir iman olduğunu söyleyebiliriz.

Allah’a iman, cesetlerimize ruh ve hayat bahşeden güçlü bir inançtır. Mehmet Akif’in: “İmandır o cevher ki ilahi ne büyüktür, imansız olan paslı yürek sinede yüktür” diye duygularımıza tercüman olduğu bu iman, sahibini bambaşka bir hale dönüştürür. Kurumuş toprağı yeşerten, sorumluluğunu unutanlara hatırlatan, yorulan bedenlere güç veren de yine bu imandır. Gerçek iman sahipleri mazeretlerini toprağa gömmüş, engelli ve dikenli yolları çiçekli yollar gibi görmüş kimselerdir. Sahabeden Ebu Akil Radıyallahu Anh’ın Yemâme Savaşı’nda gösterdiği tavır engel tanımayan insanın halidir. Savaşta kolundan ok yarası alan ve kolu kopmak üzere olan bu sahabi, tekrar hücum emrini duyar duymaz ayağa kalkmıştır. Hücuma geçmek istemiş fakat kopmak üzere olan kolu ona engel olmaktadır. Bunun üzerine kolunu ayağının altına alarak koparıp atan bu sahabi cihada devam etmiş ve şehit olmuştur. Bu ümmet, dava ve cihad yolunda engel olarak gördüğü ne varsa bunları ayağının altına alıp atan nice yiğit adamlar gördü. Sadece ashab böyle değildi. Yaşadığımız dönemin şahitlerinden Şeyh Ahmet Yasin’de de aynı engel tanımazlığı görebiliriz. Felçli bedeni ile Siyonist İsrail’in korkulu rüyası haline gelen Şeyh Ahmet Yasin, bu haliyle adeta engellerin bedenlerde değil kalplerde olduğunu gösteriyordu. Tekerlekli sandalyesinde abdestini bile kendi alamayan bu dava adamının verdiği mücadele, ümmete ders olarak okutulacak niteliktedir. Mazeretlerini toprağa gömen, tüm varlığını hak yolunda feda eden bu insanlar âdeta, basit mazeretler öne sürerek geride kalanlara şiddetli bir tokatla uyarı vermektedir. Böyle insanlar ölünce şehit olmaz, bunlar yaşarken de şehittir zaten. Ölüm sadece bunların şehadetini insanlar katınca tescilleme vazifesi görür.

İşte burada sadece birkaç tanesini zikrettiğimiz İslam büyüklerinin hayatlarını, mücadelesini ve geriye bıraktıkları miraslarını öğrenmek ve anlamak bize de iman ve ruh verecektir. Onlar da bizim gibi insandı, istekleri, arzuları, korkuları ve zaafları vardı. Onların da karşılarında İslam düşmanları, kaybedebilecekleri malları, başına bir şey gelmesinden endişe duydukları canları ve aileleri vardı. Her şeye rağmen onlar, dava yolunda kanlarının son damlasına kadar mücadele ettiler. Mazeretlere sarılmadılar, geri adım da atmadılar. Ne yazık ki günümüz Müslümanlarının kalplerindeki iman köhneleşmiş, korkaklıkla bezenmiş, atalete sarılmış ve dünya sevgisiyle kirlenmiştir. Fakat bizden öncekilerdeki iman öyle kuvvetliydi ki üzerinden yıllar, asırlar geçse de hâlâ bu çağın insanına uyanış ve mücadele ruhu verebilir. Yorulmuş imanlara gayret, sancısız yüreklere dert, hissiz kalplere heyecan nakşedebilir. Yeter ki biz, İslam tarihindeki bu güzîde şahsiyetleri doğru okuyup doğru anlayalım. Onların edebiyatını yapma, acıları üzerinden prim kazanma vakti çoktan geçmiştir. Başta Hz. Peygamber Aleyhisselam olmak üzere, bu ümmetin tüm peygamberlerini, dava adamlarını, alimlerini ve şehitlerini örnek almak ve imanlarımızı onlar gibi diri tutmak gayesiyle okumalıyız. Niyeti bu olanlar, onların her birinin hayatında aradıklarını fazlasıyla bulacaklardır. Niyeti bu olmayanlara gelince böyleleri, kuru tarihi bilgilerle hafızalarını israf etmekten başka bir şey yapmış olmazlar. Rabbim hepimizi bundan muhafaza eylesin.

Allah’a emanet olunuz.

  1. Nahl, 120
  2. Bakara, 131