Davet

MUHTEREM ALPARSLAN KUYTUL HOCAMIZDAN DAVET HATIRALARI

Paylaş:

“Her Şeye Rağmen Sözünüzde Durmalı Ve Yolunuza Devam Etmelisiniz.”

“Sene 1985 idi sanıyorum. O zaman öğrenci evi bile açmamıştık henüz, tek başıma ders yapardım. Öğrenci evlerine, Kitabevlerine, şahısların evlerine, önce öğrenci yurdu olarak kullanılan sonra çayhaneye dönüştürülen Şadırvan’a gider onlarla sohbet ederdim. İşte o yıllarda yine bir öğrenci evine derse gidecektim. Evde iki-üç talebe kalıyordu. Dışarıdan da birkaç kişi daha gelecekti ve orda ders yapacaktık. Fakat o gün ağabeyim beni köye götürmek istedi. “Köyde iş var, biraz bize yardımcı ol” dedi. Ben de :“Gelirim ama akşama dersim var akşama kavuşacaksak gelirim” dedim, “akşama kavuşursun” deyince, “tamam” dedim ve beraber gittik, çalıştık. Akşam namazına yarım saat kaldı kalmadı:“Benim artık gitmem lâzım, söz verdim” dedim. Ağabeyim bu sefer kızdı ve: “Sen gidersen bu işleri kim yapacak?” dedi. Ben: “ Sana işim var dedim sen de akşama gidersin demiştin, ben de o şekilde geldim” dedim. “Ama iş bitmedi” dedi ve biraz kızdı ama “gitmem gerekiyor, gitmek zorundayım” dedim ve çıktım yola... 

Bulunduğumuz yerle anayol yani Karataş yolu arasında 7-8 km. kadar bir mesafe vardı. Önce o kadar toprak yolu yürümem lâzım, ondan sonra anayola kavuşup dolmuşa binip Adana’ya gitmem lâzımdı. Ben çıktım yola. Toprak yolda ilerlerken akşam namazı vakti oldu. Bir kenarda durdum akşam namazını kıldım. Tam akşam namazını kılarken diğer ağabeyim olayı duymuş, arabaya binip yola çıkmış. Benim namaz kıldığımı görüp bitirmemi bekledi. Sonra beni anayola kadar bıraktı. Orada dolmuş bekledim, bindim şehre gittim. Acele acele, neredeyse koşar gibi doğru eve gittim. Dolmuştan eve yaklaşık olarak 1.5 km mesafe var, o yolu da yürüdüm. Beni bekliyorlardır diye üzerimi bile değiştirmeden acele ile kitabı aldım çıktım. Fakat gittiğim yerde ne göreyim? Hiç kimse yok, lambalar sönük evde kimse yok, kimse beklemiyor. Unutmuşlar mıydı, sorumsuzluk mu yapmışlardı bilemiyorum. Hâlbuki günümüz saatimiz belliydi. Hatta daha sonra başka bir arkadaş da gelmiş o da kimseyi bulamamış ve dönmüş. 

İşte bu şekilde siz bir takım şeyleri feda edersiniz, akrabalarınızla aranızı bozarsınız, km.lerce yol yürürsünüz ve sözünüzde durmak istersiniz. Dersi kaçırmamak, insanlara kötü örnek olmamak istersiniz. Davanıza hizmet etmek, mesafe almak, birkaç kişiye bir şeyler anlatmak istersiniz. Ama onlar böyle sözlerinde durmayabilirler. Eğer böylelerine kızıp da davadan uzaklaşır, tebliği, daveti bırakırsanız bu demektir ki Allah için çalışmıyorsunuz. Allah için çalışmış olsanız insanlara kızıp Allah için yaptığınız faaliyetleri terk etmezsiniz. Bütün davetçiler böyle olaylarla karşılaşmışlardır. Sorumsuz, fedakârlık bilmeyen, en küçük bir mazeretleri olduğunda mazeretlerinin altında ezilen ve sözlerini yerine getirmeyen insanlar ile karşılaşacaksınız ama Allah için çalışıyorsanız devam edeceksiniz.

“Feneri İnsanların Önlerine Tutun Gözlerine Değil!”

1990’nın Ağustos ayında askere gittim, 1991’in başında da asteğmen olarak İstanbul’a, usta birliğine tayinim çıktı. Orada askerlik yaparken, tatbikata gidecektik. Benim ilgilendiğim genç bir astsubay vardı 22 yaşlarında. Sürekli kendisine bir şeyler anlatırdım. Hafta sonları bazen onunla birlikte gezerdim. Bir defasında kitap fuarına götürmüştüm, ona kitap almıştık. Yanlış hatırlamıyorsam o zamanın parasıyla ona 300 bin liralık kitap almıştık. Kendisinin parası yoktu ben vermiştim, bana borçlanmıştı. Hatta o kitap fuarında misyonerlerin açtığı stant vardı. Orada da misyonerlerle hıristiyanlık üzerine yarım saat, 45 dk. kadar konuşmuştum, tartışmıştık. Ben Asteğmen olduğum için evde kalıyordum. Mesaiden sonra eve gidiyordum.  Bu arkadaş da bazen benimle gelir, benim evimde kalırdı. Namaza da başlamıştı, nişanlıydı. Bu arkadaş iş makinesi kullanıyordu ve tatbikata giderken kaza yaptı. Ölüm haberi geldi, çok üzüldük. Ben: “Cenazesi ile gitmek ve başında olmak istiyorum” dedim komutana, o da ayarladı. Bu ölen arkadaşımız Hatay’ın bir köyündendi. İstanbul askerî hastaneden cenazeyi alacağım ve Hatay’a götüreceğim yani. Hastaneye gittim çok üzgündüm tabii. Teşhis yapılıyordu. Ben beklerken namaz vaktiydi. Öğle namazını kılmak için hastanenin mescidine girdim, namaz kılarken Allah’a: “Ya Rabbi benim ilgilendiğim, bir şeyler anlattığım bir arkadaşımızı, bir talebemi aldın bana onun yerine daha iyisini ver” diye dua ettim. Sonra cenazeyi aldık, getirdim ve ailesine teslim ettim. Namazını kıldık defnettik tekrar İstanbul’daki tatbikata döndüm. Orada bir başka astsubay arkadaşı görmek için başka astsubayların da olduğu çadıra gittim, onlarla çay içtik gece sohbet ettik. Hava çok soğuktu. Çadırda güzel soba yanıyordu, çay da yapmışlardı. Bu şekilde onlarla sohbet ettim. Beni tanıyanlar bir şeyler sordular, ben de anlattım, böyle gece yarısına kadar sürdü. Gece 00’da kendi çadırıma gitmek için ayrılırken, çok dikkatli dinleyen bir astsubay vardı, hepsi çok güzel dinlemişti ama o daha dikkatle dinlemişti. Ve: “Yarın yine gelir misiniz?” dedi, 1’ e kadar sohbet ettim. Ve ayrılırken dedim ki: “Dün size en son bir ayet söylemiştim onu hatırlıyor musunuz?” Hatırlayamadılar ve dediler ki: “Vallahi sen bize birçok ayet hadis anlattın. Hangisini soruyorsun, anlayamadık.” “Düşünün” dedim, yine “yarın gel devam edelim” dediler, “inşallah” dedim ve çadırıma döndüm. Sabah namazında kendi çadırımda sabah namazını kıldıktan sonra biraz uzanmıştım, baktım ki o çok dikkatli dinleyen arkadaşımız başımda benim uyanmamı bekliyor. Bir şeyler olduğunu, bir şey için geldiğini anladım. Etrafımda döndü durdu, bir şey söyleyemedi başkaları vardı. Konuşamadı, “akşam gelir misin, yine devam edelim” diyebildi sadece.  “İnşallah” dedim ben de. Akşam yine gittim yine geceye kadar konuştuk. “İlk gün söylediğim ayeti buldunuz mu?” dedim. “Ben hatırlayamadım ama dinleyen kimler vardı diye düşündüm onun yanına gittim” dedi. Tatbikat alanının her tarafı çamur çukur… Yağmur yağmıştı. Gece çamurda el feneriyle hatırlayabileceğini zannettiği arkadaşının yanına gitmiş, ona sormuş ve:  “Alparslan asteğmenimiz bize bir ayet söylemişti hatırlıyor musun?”  demiş, o da: “Ben de tam hatırlamıyorum ama herhalde ‘Ey iman edenler iman ediniz’ ayeti idi” demiş. Demek ki ayet onunda dikkatini çekmiş. Bana: “O muydu?” dedi. Ben de: “Evet o” dedim. “Bize birçok ayet, hadis anlattın neden sadece onu sordun? Sen bize ey iman edenler namaz bile kılmıyorsunuz, namaz kılın mı demek istedin?” dedi. Dedim ki: “Yani tek manası o değil tabi ama bir manası da odur. İnsan iman etmişse imanın gereğini yerine getirmeli. Doğru hatırlamışsınız kastettiğim ayet buydu”. 

Ondan sonra öğrendim ki; bu arkadaş zaten ilk konuştuğumuz gün namaza başlamış. Bu şekilde tatbikat boyunca onlarla ilgilendim. Çadırlarına gittim, onlarla değişik ortamlarda görüştüm. Tatbikat 15 gün sürüyordu. Geriye on gün kadar kalmıştı. On gün kadar sürekli onlarla görüştüm, ilgilenmeye çalıştım. Ben tümen karargâhında görev yapıyordum, istihkâm şubede. Tatbikat bitti, taşınıyoruz. Tüm eşyalar toplandı, kamyonlara yüklendi. Ben de bir aracın başında araç komutanı olarak çıkacağım. Herkes sırayla çıkıyor, konvoy halinde gideceğiz. Kendisinin de namazını gizli kıldığını zannettiğim karargâh bölük komutanı olan üsteğmen bana yaklaştı: “Allah senden razı olsun biz ona her gün namaz kıl derdik o bize inat kılmazdı. Sen ona bir şeyler anlatmışsın namaza başlamış” dedi. Daha sonra, o namaza başlayan astsubay arkadaşımız da bana aynı şeyleri söyledi. Dedi ki: “Bunlar bana her zaman, ‘namaz kıl, namaz kıl’ derlerdi ben de inadına kılmazdım. Ben kılacaksam Allah için kılacağım sizin için mi kılacağım derdim.” Orada çok güzel bir cümle kullandı. Dedi ki: “Onlar feneri benim gözüme tuttular ‘namaz, namaz’ dediler sen önüme tuttun, ben önümü gördüm. Sen bana “namaz” demedin, İslam’ı anlattın, bende bir güç meydana geldi, bir iman, bir istek meydana geldi. Önümü gördüm, bu dünyaya niye geldiğimi anladım. Sen ‘namaz kıl’ demedin ama ben namaza başladım. Onlar ‘namaz kıl’ diyorlardı ama bir şey anlatmıyor, öğretmiyorlardı. Bende öyle bir isteğin oluşmasını sağlamıyorlardı. Yalnızca namaz kıl diyorlar, feneri gözüme tutuyorlardı, önüme tutmuyorlardı.”

 Bu arkadaş bu şekilde namaza başladı. Ben askerden sonra Mısır’a gitmiştim. Bir seferinde Mısır’dan dönüşümde gelip beni karşıladı. O zaman hâlâ İstanbul’daydı. Sonra evine götürdü, evinde yemek yedim. Sonra beni gideceğim yere bıraktı. “Sen nereye gidiyorsun?” dedim. O da başka bir yere derse gidiyor, onlara ders yapıyormuş. Meğer artık hoca olmuş, başkalarına ders yapmaya başlamış. Kendisinden öğrendim. 

Sonrasında kendini geliştirmişti. Ölen kardeşimizde böyle bir kabiliyet yoktu. “Ondan daha iyisini nasip et Ya Rabbi” demiştim. Allah duamı kabul etmişti. Şu anda nerededir ne yapar bilmiyorum, herhalde emekli olmuştur. Yani onun ifadesiyle; davetçi feneri insanların önlerine tutmalı, gözlerine değil!