Tefsir

“Rabbim, Bana Salihlerden Ver”

Paylaş:

 

“Rabbim bana salihlerden (olacak bir çocuk) ver. Biz ona yumuşak huylu bir erkek çocuk müj­deledik. Çocuk onun yanında koşma yaşına gelince ona; ‘Yavrum! Ben uykuda iken seni kestiğimi gö­rüyorum, bir düşün ne dersin?’ Çocuk; ‘Babacığım sana emredileni yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi. İkisi de Allah’a teslimiyet gösterip babası, oğlunu alnı üzerine yere yatırınca…”1

Hz. İbrahim şu ana kadar gerçekten bitip tükenmez bir yalnızlık içinde idi. Akrabalık, arkadaşlık ve tanışıklık bağlarını geride bıra­kıyordu. Hayatının geçmişinde alıştığı her şeyi, üzerinde büyüdüğü şu toprağa kendisini bağla­yan her şeyi, o toprak üstünde yaşayan ve ken­disini ateşe atan kavmi ile yol ayrımına geldiği şu toprağa kendisini bağlayan her şeyi geride bırakıyordu. Kendisine gittiğini açıkladığı Rab­bine yöneliyordu. O’na yöneliyordu, O’ndan imanlı bir nesil, iyi bir evlat dilemek için O’na yöneliyordu.

“Rabbim bana salihlerden (olacak bir çocuk) ver.” Yüce Allah, her şeyi geride bırakıp her şey­den soyutlanan ve temiz bir kalp ile kendisine gelen salih kulunun duasını kabul eder. “Biz ona yumuşak huylu bir erkek çocuk müjdeledik.” Sözün gelişi ve surenin akışına göre bu oğul İsmail’dir. Rabbinin kendisini “oğul” diye nite­lediği İsmail’in uysallığının örneklerini ileride göreceğiz. Şimdi biz zihnimizde yapayalnız, bir başına bütün yakınlarından ve ailesinden kop­muş ve hicret etmiş olan İbrahim’in sevincini canlandıralım. Rabbinin “uysal” diye nitelediği bu “oğul” müjdesi ile ne kadar sevindiğini bir düşünelim.

Şimdi İbrahim’in hayatında yer alan eşsiz, büyük ve değerli bir tutuma göz atmamızın za­manı gelmiştir. Hatta bu tutum bütün insanlık hayatında eşsiz ve benzersiz bir tutumdur. Şu an, Kur’an’daki anlatılan hikâyenin eşsiz ifade­si ile yüce Allah’ın Müslüman ümmete vahyetti­ği ve gözlerimizin önünde sergilediği, babaları İbrahim’in örnek tutumunu öğrenmemizin za­manıdır.

“Çocuk onun yanında koşma yaşına gelince İbrahim ona; ‘Yavrum! Ben uykuda iken seni kes­tiğimi görüyorum, bir düşün ne dersin?’ Çocuk; ‘Babacığım, sana emredileni yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.”

Tam oğluna alıştığında ve oğlu çocukluktan kurtulup da onunla birlikte koşma çağına eriş­tiğinde ve yaşantısında ona eşlik edebilecek çağa geldiğinde... Evet, İbrahim ona tam alışıp bu biricik çocukla huzur bulduğu anda rüya­sında oğlunu boğazladığını görür. Bu rüyanın Rabbinden oğlunu kurban etmesi için bir işaret olduğunu anlar. Niçin tereddüt etmez. Aklı­na itaat ve teslimiyetten başka bir şey gelmez? Evet bu bir işarettir. Sadece bir işaret... Açık bir vahiy değil, direkt bir emir de değil. Ancak Rabbinden bir işaret... İşte bu yeter. Uymak ve boyun eğmek için bu yeterli. İtiraz etmeden, “Ya Rab! Biricik çocuğumu niçin boğazlayayım” diye Rabbine sormadan itaat için bu yeterli.

“Yavrum! Ben uykuda iken seni kestiğimi gö­rüyorum, bir düşün ne dersin?” Bu sözler sinir­lerine hâkim, yüz yüze geldiği emrin hak ol­duğundan emin, görevini yaptığına güvenen bir insanın sözleridir. Aynı zamanda bu sözler, karşılaştığı emir kendini korkutup da, acele ve telaşla bir an önce ondan kurtulmaya ve işi bi­tirmeye çalışan ve işin sinirlerinin üzerindeki baskısını atıp rahata ermeye çabalayan bir kim­senin sözleri değildir.

Durum gerçekten zordur. -Bunda hiç şüp­he yoktur- Kendisinden biricik oğlunu savaşa göndermesi istenmiyor. Ondan oğlunun ha­yatına mal olacak bir şeyi oğluna emretmesi de istenmiyor. Ondan bu işi bizzat kendisinin yapması isteniyor. Bizzat neyi yapacak? Oğ­lunu boğazlayacak. O -bununla birlikte- emri bu şekilde karşılamakta, oğluna bu teklifi gö­türmekte, oğlundan kendi durumunu iyice dü­şünmesini ve bu konuda görüşünü bildirmesi­ni istemektedir.

İbrahim Rabbinin işaretini yerine getirmek için oğlunu aldatmaya başvurmuyor. Aksine, oğluna bu emri alışılmış bir emir gibi sunuyor. Zaten bu emir, İbrahim’e göre diğer emirler gi­bidir. Rabbi istiyor... Rabbinin istediği olsun. Baş ve göz üstüne... Oğlu bunu bilmeli. Emri zorla ve mecbur ederek değil itaat ve teslimiyet içinde kabullenmeli. Böylece o da, itaatin kar­şılığını elde etmeli, o da teslim olmalı ve tesli­miyetin tadını tatmalı. İbrahim, kendisinin tat­mış olduğu itaatin tadını oğlu da tatsın istiyor. Kendisinin görmüş olduğu hayrı, dünya haya­tından daha baki ve daha kazançlı olan hayrı o da elde etsin istiyor. Babasının görmüş olduğu rüyayı tasdik etmek için boğazlanma teklif edi­len çocuk ne durumdadır? Oğul, kendisinden önce babasının yükseldiği ufka yükselmekte… “Çocuk: ‘Babacığım, sana emredileni yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.” Oğul, emri sadece itaat ve teslimiyetle kabullenmekle kal­mıyor, fakat bunun yanında hoşnutluk ve kesin bir inançla karşılıyor. “Babacığım” bu sözde sev­gi ve yakınlık var... “Boğazlanma” durumu, onu huzursuz etmiyor; korkutmuyor ve doğru yolu kaybetmesine yol açmıyor. Hatta terbiye ve sevgisini bile sarsmıyor. “Sana emredileni yap.” Babasının kalbinin hissettiklerini o daha önce­den hissediyor. Rüyanın işaret olduğunu his­sediyor. Bu işaretin de bir emir olduğunun far­kında. Bu kadarı tereddütsüz, hileye sapmadan ve şüpheye düşmeden emri yerine getirmek ve emre uymak için yeterli. Sonra bu söz Allah’a karşı edeptir. Bu, kendi gücünün sınırını ve dayanma gücünün hududunu bilmektir. Bu güçsüzlüğüne karşı Rabbinden yardım dile­mektir. Ve kurban olurken; itaat ederken bu gücü asıl verenin Allah olduğunu bilmektir. “İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın, dedi.” Oğul, kahramanlık, cesaret gösterisine kal­kışmamış, umursamaksızın tehlikeye atılma­mıştır. Kendi şahsında ne gölge ne hacim ne de bir ağırlık görmemiştir. Bütün yaptığı, ken­disinden yüce Allah’ın dilemiş olduğu şeylere, Allah’tan yardım görmüşse ve ona sabır gücü vermişse bütün üstünlüğü Allah’a bağlamak­tır. “İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın.” Allah’a karşı ne güzel bir edeptir bu! Ne hoş bir iman, ne şerefli bir itaat ve ne büyük bir tesli­miyettir bu!

İlahi sahne burada söz ve diyalogdan sonra bir adım daha atmaktadır. Emrin uygulanması adımını atmaktadır.

İkisi de Allah’a teslimiyet gösterip babası, oğlunu alnı üzerine yere yatırınca: Bir kez daha insanoğlunun adet edindiği şeylerin arkasın­dan itaatin şerefi, imanın büyüklüğü, hoşnut­luğun iç huzuru yükselmekte. Baba gidiyor, oğlunu şakağı üzerine yatırıp hazırlıyor, oğul teslim olmuş, yüz çevirmiş olmamak için kı­pırdamıyor. Durumları apaçık ortaya çıkıyor. İkisi birden teslim olmuşlar. İşte “İslam” bu­dur. İslam’ın aslı budur. Güven, boyun eğme, iç huzur, hoşnutluk, teslimiyet, uygulama... İki­sinin birden içlerinde sadece bu duygular var. Ancak büyük imanın doğurduğu bu duygular.

Bu, cesaret ve kahramanlık değil. Atılgan­lık ve cüret değil. Savaş meydanında mücahit atılganlık yapabilir, ölürler ve öldürülürler. Bir fedai artık dönmeyeceğini bile bile atılganlık yapabilir. Fakat bütün bunlar başka, İbrahim ile İsmail’in burada yaptıkları şey başkadır. Orta­da ne akan kan vardır, ne itici kahramanlık ve ne de geri dönme ve acizlik korkusu. Gizli olan acele ile atılganlık vardır. Bu ancak bilinçli, şu­urlu, yönelen, arzu eden, ne yaptığını bilen, olup bitene karşı iç huzuru taşıyan bir tesli­miyettir. Hayır, hayır! Aksine ortada, sakin bir hoşnutluk, tadı müjdelenmiş bir itaat ve onun hoş lezzeti vardır.

İşte burada İbrahim ve İsmail görevlerini yerine getirmişlerdi. Emir ve teklifi uygulamış­lardı. Artık geriye İbrahim’in İsmail’i boğazla­ması, kanını akıtması ve canını alması kalmıştı. Bu da yüce Allah’ın ölçüsünde hiçbir şey ifade etmezdi. İbrahim ve İsmail o ölçüye Rablerinin kendilerinden istemiş olduğu bütün ruhlarını, azimlerini ve duygularını koyduktan sonra bu­nun bir değeri yoktu. İmtihan bitmişti. Gerçek­leşmişti. Sonuçları ortaya çıkmıştı. Hedefleri gerçekleşmişti. Geriye sadece bedensel bir acı eksik kalmıştı. Sadece kan akmamıştı. Kesil­miş bir ceset yoktu. Allah’ın imtihan etmekteki hedefi insanların canını yakmak değildi. On­ların kanlarından ve cesetlerinden bir beklen­tisi yoktu. Kullar Allah’a samimi olduklarında, bütün benlikleri ile görevlerini yapmaya hazır olduklarında o görevi yerine getirmiş olurlar. Teklifi gerçekleştirmiş olurlar ve imtihanları başarı ile vermiş olurlar.

Yüce Allah İbrahim ve İsmail’in doğrulukla­rını bilmişti. Böylece onları görevlerini yapmış, gerçekleştirmiş ve doğru olmuş saydı. “Biz ona ‘Ey İbrahim’ diye seslendik. Sen rüyayı doğrula­dın; biz güzel davrananları böyle mükâfatlandı­rırız.”2

 

1.        Saffat, 100-103

2.        Saffat, 104-105