Alıntı

SOSYAL DAYANIŞMAYI GERÇEKLEŞTİREN BİR FAKTÖR OLARAK AHLÂK EĞİTİMİ

Paylaş:

YAZAR: SEYYİD KUTUP

 

 

İslam, ilk doğuş döneminde sosyal dayanışma esasına dayalı yepyeni bir toplum meydana getirmiştir. Öyle bir toplum ki, tarihte hayatını dayanışma esası üzerine kurmuş kaç toplum varsa hepsine örnek teşkil edecek çaptadır.

Mekke’den göçen muhacirlerin özellikle maddi problemlerinin tümünü Medine’nin yerlileri; yani Ensar üstlenmiş, mal varlıklarını, ev ve eşyalarını onlarla bölüşmüşlerdi. Bu örnek, bu seviye hangi ifadeye sığar?

Daha sonra halkın gelenek ve hayat tarzı nasıl sosyal dayanışma esası üzerine kuruldu ise, İslam toplumunun öteki bütün kurumları da aynı şekilde bu esas üzerine kurulmuş, inşa edilmiştir. Zekât, miras ve hayır amaçlı vakıf kurumları, cihad, hürriyet ve faizsiz iktisadi muamele kurumları, bütün bunlar sosyal dayanışma esası üzerine kurulan kurumlardır. Öte yandan sadaka, iyilik, ihsan, güçsüzü koruyup kollama, lütuf ve konukseverlik gibi gelenekler de aynı şekilde bu esas üzerine kurulmuş ve geliştirilmiştir.

 İslam, toplum yapısını ilkin fertlerin iç dünyalarında, vicdanlarında kurmaya başlamıştır. Orada, toplum yapısını ilkin fertlerin iç dünyalarında, vicdanlarında kurmaya başlamıştır. Orada, ruhun derinliklerine sevgi tohumlarını saçmış ve merhamet meltemlerini estirmiştir. Halis insan sevgisi, arı duru insan merhameti! İnsanlara başlangıçta tek nefisten doğmuş olduklarını hatırlatarak gönüllerinde soy ve akrabalık birliği şuurunu uyandırmıştır. Onlara ayrıca hem Allah yolunda hem de başlangıçları ve sonları itibariyle kardeş olduklarını hatırlatmıştır. Bu latif ve güzel duygularla neticede yardımlaşmaya ve kardeşliğe daha yakın oluyorlardı. Cenab-ı Hak buyuruyor:

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini de var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabbinizden korkun. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’ın ve akrabanın haklarına riayetsizlikten de sakının. Allah, şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.”1

Hz. Peygamber ise şöyle buyuruyor: “Karşılıklı sevgilerinde, merhamet ve şefkatlerinde müminler bir insan vücuduna benzerler. Bir uzuv hastalandığında vücudun öteki uzuvları da uykusuzluk ve ateş belirtileriyle buna katılırlar.”2

İslam, sevgi ve merhamet gölgesinde insanlığı fedakârlığa, başkalarını mutlu kılma yolunda en güç şartlar altında bile her türlü yardıma hazır olmaya çağırmıştır. Başkalarını kendilerine tercih eden, hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan bir toplumun elbette dayanışma halinde olması gerekir. Zenginlerin ve yoksulların iç içe olduğu toplumda eğer zenginler başkalarını koruyup kollamazlar ve hatta onları kendilerine tercih etmezler, mal varlıklarından fedakârlığa yanaşmazlarsa o toplum dayanışmanın da yardımlaşmanın da uzağında kalır.

Kur’an-ı Kerim, Mekke’den göçüp gelen muhacirlere kucaklarını açan, onları engin bir rahatlık ve gönül hoşluğuyla mallarına ve yurtlarına ortak eden Medine halkının o destansı fedakarlığına dair son derece güzel bir tablo çizer. Birlikte görelim:

“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir ihtiyaç hissetmezler. Üstelik zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin tamahkârlığından korunursa kurtuluşa erenler işte onlardır.”3

Bu ideal insanlığa dair en güzel, en parlak örneklerinden birini teşkil eden ilginç bir tablodur. Burada mümin topluma ait bir tablo daha var ki; güzellik ve incelik açısından bir önce ki tablodan geri kalmaz. Kur’an-ı Kerim’i dinleyelim: “Onlar verdikleri sözü yerine getirirler, fenalığı yaygın olan bir günden korkarlar. Onlar içleri çektiği halde yiyeceği, yoksula, yetime ve esire yedirirler.’ Biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz, bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz çok asık bulunacağı bir günde Rabbimizden korkarız derler.”4

İslam, sosyal dayanışmayı gerçekleştirmek için girişilen her türlü gayreti, mali yardımı Allah’a sunulmuş bir borç olarak değerlendirmiş, Müslümanlara da böyle söylemiştir. Bu türlü bir gayretten uzak durmanın dünya ve ahirette tehlike olduğunu bildirerek onları sevap konusunda teşvik etmiş, azaba düşmekten de sakındırmış, bu noktada uyarmıştır. Ayrıca bu son iki şık, manevi eğitim yöntemleri arasında yer alır. Cenab-ı Hak buyuruyor: “Kim Allah’a güzel bir ödünç takdiminde bulunursa, Allah karşılığını kat kat verir, ona cömertçe verilecek bir ecir de vardır.”5

İslam sosyal dayanışma alanındaki teşvikini yalnızca mali hususlar çerçevesinde tutmuyor, aksine hayatı her yönü ve dalıyla kapsayacak şekilde yaygınlaştırıyor, konuya böylesine bir genişlik getiriyor. Bu duyguyu, cehdi insanın iç dünyasına eksiksiz bir şekilde yerleştiriyor, öte yandan gönülleri Allah korkusuyla, takva ile dolduruyor.

Takva, insanın iç dünyasındaki şuurla ilgili eğitimin en güçlü, en derin faktörlerindendir, hatta hepsinin başında yer alır. Bu hususta Rabbimiz “Sizden iyiliğe çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan men’eden bir cemaat olsun. İşte onlardır kurtuluşa eren!”6

Allah’ın Rasulü de şöyle buyuruyor:

 “Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet reisi de bir çobandır ve sürüsünden sorumludur. Erkek, ailesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Hizmetkâr, efendisinin malının çobanıdır; o da sürüsünden sorumludur. Netice itibariyle hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.”7

İslam, ahlak eğitimi için çalışırken, bu yolda çaba gösterirken sadece vicdani duyguları harekete geçirmekle, coşturmakla yetinmez, aksine daha etkin bir şekilde pratik hayattaki dayanışmaya, yardımlaşmaya ve kardeşliğe yardımcı olan bir takım sosyal edep ve adetler oluşturmaya önem verir.

İslam, insani duyguları güzelleştirip yüceltmede, sosyal edep, adetler oluşturmada böyle bir yol izlemiştir. O edep ve adetleri insanlık pekâlâ ilke kabul edip üzerinde birleşebilir, böylece kolayca yardımlaşabilir, isteyerek bir dayanışma içine girebilir. Çünkü bu dayanışmanın sebepleri, hariçteki herhangi bir kanun hükmünden değil, bizzat içlerinden, yüreklerinden kaynaklanmakta ve bizzat ve bizzat duygularından fışkırmaktadır.

Kuşkusuz derin kökleri olan başarılı bir ahlak eğitiminde başvurulacak ilk yöntem/ana ilke, insanın içini doğrudan Allah’a bağlamaktır. Bu da sosyal dayanışma yolundaki bireysel ve toplumsal eğitimde dini inancı temel kural olarak almamızı zorunlu kılar. Böyle bir girişim salt toplumsal ve ırki çıkarları sağlamakla kalmaz, bunların da ötesinde aynı zamanda en yüce insani gayeyi de gerçekleştirir. Tek Allah’ı hoşnut kılmayı amaçlayan, O’nun yüce rızasını kazanmayı hedef alan, kolay veya zor her türlü fedakârlıkla bezenmiş en yüce insani gayeyi!

Yeryüzünün bu kesitinde başarılı bir sosyal dayanışma idealini gerçekleştirme yolunda girişilecek bir ahlak eğitiminde dini inancı temel olarak aldığımızda yalnız İslam’ı değil, İslam ülkelerindeki mevcut öteki bütün dinleri de yanımızda bulacağız. Onlar da bu girimimizde bizi destekleyecektir.

Bu ilk ana esası doğru dürüst uygular, ferdin içini Allah’a bağlar, hayatını Allah korkusu ve umuduna göre ayarlarsak, işte o vakit, sosyal dayanışmanın üzerine kurulacağı tüm güzel duyguları bu iç dünyaya yerleştirmemiz son derece kolaylaşacaktır. Ferdi bu gayeye götürecek sosyal bir yaşantı içine çekmemiz de aynı şekilde kolaylaşmış olacaktır. *

• Adı geçen makaleden kısaltılmıştır.

1- Nisa, 1

2- Müslim

3- Haşr, 59

4- İnsan 7-10

5- Hadid, 11

6- Âl-i İmran, 104

 

7- Buhârî