Kapak

Tevhid'in Toplumsal Yansıması: "Vahdet"

Paylaş:

“Dünyaya nasıl göründüğümü bilmiyorum; ama ben kendimi, henüz keşfedilmemiş gerçeklerle dolu bir okyanusun kıyısında oynayan, düzgün bir çakıl taşı ya da güzel bir deniz kabuğu bulduğunda sevinen bir çocuk gibi görüyorum.”1

Makro ve mikro evrende cereyan eden kanunlar ve bunun sonucunda ortaya çıkan mükemmel nizam hakikaten baş döndürücüdür. Âfâkta (dış dünya) ve enfüste (iç dünya) o kadar mükemmel bir nizam işlemektedir ki insanoğlu bu ilme vakıf olduğu oranda hayranlığını gizleyememektedir. Newton’un bu sözleri insanoğlunun bu sonsuz ilim karşısında aciz kaldığının açık bir itirafıdır. Ancak bununla beraber insanoğlu kâinattaki bu sonsuz ilim ve kudretin tesirini gördüğü, büyüklüğünü itiraf ettiği halde eline imkânlar geçtiğinde haddini aşmakta, bu kudrete teslim olması gerekirken başkaldırmaktadır.

Allah Celle Celaluhu yüce kitabında kâinatın yaratılışı, gece ve gündüzün ard arda gelişi, güneşin, ayın ve yıldızların hareketleri gibi kevnî ayetlere işaret ederken aslında evrende var olan Tevhid’e işaret etmektedir. Ondaki nizamı, güzelliği ve mükemmelliği gücümüz oranında idrak etmemizi istemektedir. İçinde yaşadığımız dünyayla birlikte bizler de bu evrenin bir parçası olduğumuz hâlde, bizden beklenen bu ilahi ahenge ve dengeye teslim olmamızdır. İnsan istese de istemese de kendi vücudu, doku ve organları, hatta zerreleri bile bu ilahi koronun bir parçasıdır. Bütün bu hatırlamalar ve bakış açısı insana şunu söyletmek içindir: “Tüm hayatımı bu ahengin bir parçası yaparsam, evrenle ve kendimle barışık olurum, Rabbimin razı olduğu bir kul olurum. Hem hayatımda hem toplumumda bir nizam ve intizam olur.”

Hakikaten insanın, yaşadığı evrenle ilgili bilgileri arttıkça mânen Allah’a daha çok yaklaşması, sonsuz ilminin ve kudretinin önünde eğilmesi gerekmez mi? Her şeyi ile O’na teslim olması, hayatın tüm alanlarında O’nun hükümlerine tâbi olması gerekmez mi?

Kur’an bir yönüyle bu kevnî ayetleriyle Tevhid’e işaret ederken bir yandan inanç noktasında da Tevhid’e işaret eder. Tüm bu işleri yaratan ve idame ettiren Allah Azze ve Celle, sizin “İlahınız tek bir ilah’tır”2 der. Böylece insana hem evrende (kâinat) birlik, hem de inançta birlik şuuru kazandırır. Bununla birlikte diğer birlikteliklere de (toplumda vahdet gibi) kapı aralar. “Gerçekten bu, tek bir din topluluğu olarak sizin ümmetinizdir; Ben de sizin Rabbinizim. Şu hâlde Bana kulluk edin.”3 Enbiya Suresi’nde birçok Peygamberin mücadelesi zikredildikten sonra deniliyor ki; “Ümmetiniz bir tek ümmettir.” Allah katında tek din İslam’dır gerçeğinden yola çıkarsak diyebiliriz ki geçmiş ve gelecek tüm mü’minleri aynı potada eritiyor ve aynı davanın temsilcileri olarak bir bütün olarak zikrediyor. Geniş manada bir ümmet şuuru kazandırıyor.

TOPLUMSAL TEVHİD

Buraya kadar geçen bahiste şunu görmüş olduk: Tevhid; zerreden kürreye, damladan okyanusa, atomdan insana, kişiden topluma kısacası hayatın tüm alanlarına yönelik birlemenin adıdır. Tevhid’in kişide ve toplumda meydana getirdiği değişim ve bunun akabinde Tevhidî Medeniyete ulaşma süreci elbette ki sancılı bir süreçtir. Biz burada daha çok toplumsal Tevhid’den bahsedeceğiz. Toplumsal Tevhid, genelde vahdet kavramıyla özdeşleştirilir. Yani vahdet, sosyal Tevhid’in adıdır. Toplumda Tevhidî birliğin (vahdet) oluşması nasıl gerçekleşecek, buradan İslam Medeniyetine geçişte nasıl bir süreç izlenecek sorusu önem kazanmaktadır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in önce kalplerde Tevhid akidesini yerleştirdiğini, işe kalbin ıslahı ile başladığını biliyoruz. O günkü toplumun bugün olduğu gibi birçok sorunu vardı. Çözüm bekleyen tüm bu sorunlara kısmi çözümler (kölelik meselesi, kadın hak ve özgürlüğü, toplumsal eşitlik, ekonomik kalkınma gibi) sunabilirdi. Böylelikle daha çok taraftar toplayabilir, daha güçlü bir ses meydana getirebilirdi. Ancak tüm bunlar bir tarafa bırakıldı, ataları yıllarca uyarılmamış, şirk içinde yoğrulmuş o topluma Tevhid’le başlandı. Çünkü tüm bu sorunların ana kaynağı şirkin meydana getirdiği cahiliye idi ve onunla en güzel mücadele yolu, meseleleri temelinden çözecek olan Tevhid ile işe başlanmasıydı.

 

Yani Tevhid akidesi önce kalplere yerleşti ve orada inkılaplar meydana getirdi. Sonra nefislerini değiştiren o kimselerden küçük de olsa bir toplum teşekkül etti. İleride meydana gelecek olan büyük toplumun yani medeniyetin bir çekirdeği hükmünde olan bu küçük cemaat, başına gelen tüm belalara, engellere rağmen birlikteliğini bozmadı. Ayetin ifadesiyle birbirine sıkıca kenetlenmiş, kurşundan kaynatılmış gibi saf tutmuş bir şekilde mücadelesine devam etti. Oradan medeniyete uzanan temeller atıldı. Onları bir arada tutan unsurlar ne idi? Akide (inanç) birlikteliğinin yanında ne gibi âmiller onlar arasındaki safları sıklaştırdı? Bugünkü Müslümanlar neden aynı vahdeti, birlik beraberliği gösteremiyorlar? Buna benzer soruları çoğaltmak mümkündür.

Elbette ki işin başı Tevhid akidesini ve gerektirdiklerini hakkıyla anlamaktan ve hayata aksettirmekten geçiyor. Müslümanlar arasında akide birliği olduğuna göre asıl sorun Tevhid’in gerektirdiklerini anlama hususunda yatmaktadır. Birçoğuna göre bu sadece kuru bir inanç ve birtakım ibadetlerden ibaret iken bir kısmı bunun yeterli olmayacağını, sorumluluğumuzun çok daha kapsamlı olduğunu, bunun mücadele gerektirdiğini, mücadele için de vahdet gerektiğini anlatma çabası içindedirler. Bugün Müslümanlar arasında Tevhid ekseninde vahdet oluşturacak etkenler nelerdir, sorusuna verilecek cevap konumuzu istediğimiz sonuca götürecektir.

 

Bugün Müslümanlar akidede (inançta) kardeş olduklarını4 bilmekle beraber uygulamada eksik kalıyorlar. Asrın getirdiği birtakım hastalıklar (ulusçuluk gibi) uygulamanın tam olmasına, tüm Müslümanları ümmetin birer parçası gibi görmemize engel oluyor. Kur’an’ın bu emrinin Asr-ı Saadette nasıl bir uygulama sahası bulduğu, o gün nasıl bir kardeşlik sergilendiği, siyer okuyan herkesçe malumdur. Medine’ye hicretten sonra yapılan ilk işlerden birisi toplumda kardeşliğin tesis edilmesidir. Bu durum toplumsal vahdetin oluşumunda akide kardeşliği mefhumunun ne kadar önem arz ettiğinin de göstergesidir. Öyle bir kardeşlik tesis edilmişti ki, zengin-fakir, hür-köle toplumun tüm kesimlerini kaynaştıran, sonrasında birbirlerine miras bırakacak, her şeyini paylaşmayı teklif edecek kadar kardeşliği pekiştiren örneklere şahit olundu. Bu toplumda inanç kardeşliği kan bağı kardeşliğinin önüne geçirilmişti. Savaş sırasında mü’minler karşı saflarda babalarıyla, kardeşleriyle karşı karşıya geldiler ve bu konuda ağır imtihandan geçtiler. Medine’de medeniyetin temelleri atılırken bu toplumsal kardeşliğin çok önemli rolü olmuştur. Efendimiz bu kardeşliği bozacak hiçbir söze ve davranışa müsaade etmiyordu. Ebuzer Ğıfari Radıyallahu Anhu’nun, Bilal-i Habeşi Radıyallahu Anhu’ya “Siyah (zenci) kadının oğlu” demesine bile kızmış, bu tür söylemlerin cahiliye kalıntısı olduğunu, kardeşliği zedeleyeceğini vurgulamıştır. Evs ve Hazrec arasında yıllarca süren kan davası (120 yıl süren Buâs harbi) akide kardeşliği sayesinde bitirilmiş, Kur’an’ın ifadesiyle yeryüzündeki tüm mal-mülk harcansa birleşmeyecek gönüller İslam akidesi sayesinde ülfet etmiş ve kaynaşmıştır.

Bir toplumda İslam’ın yerleştirdiği akide kardeşliğini bozacak unsurların (asabiyet=ırkçılık) varlığı, o toplumda vahdet oluşmasına engeldir. Yıllarca din kardeşliği potasında erimiş ve kaynaşmış olan gönüllere ırkçılık tohumlarını yeniden ektiler. Böylelikle dünya Müslümanlarının ümmetçi anlayışını ulusçulukla değiştirdiler. Herkes kendi milletini, devletini düşünüyor, diğer coğrafyadaki Müslümanlarla olan münasebeti ise yüzeysel olmaktan öteye geçmiyor. Hâlbuki bizi ortak paydada birleştiren o kadar çok sebebimiz ve hedefimiz var ki saymakla bitiremeyiz. Örneğin İslam’da var olan bazı ibadetler toplumsal vahdet oluşturmaya bazıları da ümmet şuuru kazandırmaya dönüktür. Mesela Cuma namazı her hafta bir araya gelmeye vesile olup küçük çapta bir birlikteliğe vesiledir. Hac ibadeti ise daha büyük çapta birlikteliğe vesiledir ve ümmet şuuru kazandırmaya dönüktür. Her coğrafyadan Müslümanlar hac ibadeti sebebiyle aynı zaman diliminde ve aynı yerde (Tevhid Davasının başladığı yer olan Mekke’de) buluşuyor, çeşitli ırkların ve renklerin oluşturduğu bu manzara küçük bir ümmet modeli olarak her yıl sahneleniyor. Elbette ki hac ibadetinin birçok hikmetleri ve insana kazandırdığı yönleri vardır ancak konumuzla bağlantılı olarak söylemek gerekirse Allah Azze ve Celle bu vesile ile bizlere hiç olmazsa senenin bazı günlerinde ümmeti hatırlatmak istiyor. Davanın merkezinde ümmetin oluşumunda Tevhid ile atılan temelleri, bir avuç iken tüm dünyaya yayılan bir davanın temsilcileri olduğumuzu hatırlatıyor. Yaklaşık 4-5 milyon insan tüm kimliklerinden soyutlanarak yalnız Müslüman kimliği ile ve tek tip elbise ile bir damla misali oradaki insan seline karışıyor. Ben olmaktan biz olmaya, fert olmaktan ümmet olmaya adım atıyor. Aslında buradaki olay şudur: Oraya gidenlerin ortak bir hedefi var. O da hac ibadetini ve onun gerektirdiği ritüelleri yapmaktır. İşte aynen böyle, ortak hedeflerimizi tespit edersek, herkes bu ortak amaçlar etrafında kenetlenirse evrensel manada birliktelikten, vahdetten bahsedebiliriz. Yoksa bu durum bizleri sadece şartların ve bazı zorunlulukların bir araya getirdiği insanlar olmaktan öteye götürmez.

İslam’ın topluma dönük bazı emir ve yasakları bizleri vahdeti oluşturmaya, toplumsal birlik ve beraberliğe sevk etmektedir. Kur’an, “...İyilik ve takvâ hususunda yardımlaşın, günah ve haksızlık yolunda yardımlaşmayın...”5 düsturuyla birlik ve beraberliğin hangi hususlarda olması, hangi hususlarda olmaması gerektiğine işaret ediyor, bir anlamda vahdet toplumunun çerçevesini çiziyor. Buna benzer olarak emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker (iyiliği emretme kötülüğe engel olma) prensibi de kişileri o toplumda ortak paydalarda birleştirmeye dönük İslami prensiplerdir. Bu düsturlara göre alınacak tavır şudur: Doğru kimden gelirse gelsin kabul etmek, desteklemek, yanlış da kimden gelirse gelsin reddetmek ve engel olmak zorundayız. Toplumda bu prensip yerleşirse o toplumun fertleri kendilerine çeki düzen verebilirler, daima hakkın ve adaletin tarafında yer alabilirler. Yine Kur’an’ın ve hadislerin ışığında Müslümanların birbirleri üzerindeki hakları da bizi ortak bir toplum paydasında birleştiren bir başka unsurdur.

Maalesef bizi birleştirecek onca sebepler ve ortak noktalar olmasına rağmen bizim başaramadığımız ümmet olmayı, bugün Batı dünyası neredeyse başarmıştır. Onlar her geçen gün birlik olma yolunda ilerlerken (ortak para, ortak bayrak, ortak kriterler gibi...) biz gün geçtikçe daha çok parçalanıyor, daha çok kutuplaşıyoruz. Hem öyle kutuplaşma oluyor ki taraflar arasında savaşlar oluyor ve kan dökülüyor. Uzun yıllar sürecek düşmanlık tohumları ekilerek evrensel kardeşlik anlayışı bitiriliyor. Ümmet paramparça iken, başımıza bunca zulümler gelirken, İslam’la ve İslam’ın değerleriyle topyekûn savaşılırken, katledilen canlar, kirlenen namuslar, yetim bırakılan çocuklar, viran olmuş evler ortada iken tüm bunlar bizi ortak paydada birleştirmeyecekse ne zaman birleşeceğiz? Bütün bunlar ümmet denilen nimeti kaybettiğimiz günlerden sonra başımıza geldi. O halde ümmet olma yolunda adımlar atılmalı, basit ihtilaflar bir tarafa bırakılmalı değil midir?

Müslümanların ihtilaf konusu meseleleri ertelemeleri, birleştirici genel meseleler üzerinde bir araya gelmeleri, İslam düşmanlarına karşı ortak tavır almaları toplumsal vahdetin oluşumunda bir başka etkendir. Zaman mezhebi/meşrebi farklılıkları tartışmanın, kendi doğrularımızı birbirimize dayatmanın zamanı değil, ortak değerler etrafında kenetlenme zamanıdır. Özellikle ictihada dayalı fer’i meseleler üzerinde durup ihtilafları körüklemek hem zaman kaybettirir hem kalpleri birbirinden uzaklaştırır, ülfet ve muhabbete de engel olur. Müslümanlar anın vacibini doğru anlamalı, o meseleler üzerinde kardeşçe, birlik beraberlik içinde durmalıdırlar.

Sonuç olarak diyebiliriz ki İslam Medeniyeti Allah’ın Müslümanlara nimetidir. Allah Celle Celaluhu da nimetini bedavaya vermemektedir. Sadece bazı fertlerin çalışması yetmez bu nimeti elde etmek için. Toplumsal birlik, vahdet gerekmektedir. “Bir toplum kendinde olanı (kendisini) değiştirmedikçe Allah da onlara olan nimetini değiştirmez”6 ilahi düsturu toplumsal vahdete ulaşmadan, ümmet olma yolunda bu gibi adımları atmadan kısacası lâyık olmadan medeniyete ulaşamayacağımızı bize bildirmektedir. İslam Medeniyeti yolunda mücadele edenlerden olmak ve toplumsal vahdete ulaşmak temennisiyle...

 

1. İsaac Newton (Fizik, Matematik ve Astronomi bilgini, 1643-1727).

2. Hac, 34.

3. Enbiya, 92.

4. Hucurat, 10.

5. Mâide, 2.

6. Ra’d, 11.