Kapak

Türkiye Otoriterleşiyor Mu?

Paylaş:

İsveç merkezli V-Dem Enstitüsü, 1789-2020 yılları arasında 202 ülkeden 30 milyondan fazla veriye sahip, binlerce akademisyen ile çalışan bir enstitü. Hazırlanan raporlarda çok sayıda değişkeni göz önünde bulunduruyorlar. 2020 yılı boyunca özellikle Covid-19 salgını ve alınan önlemlerin 144 ülkedeki demokratik gelişmeyi nasıl etkilediğini de inceledi. Buna göre 2010’dan 2020’ye doğru olan değişimde Türkiye en çok gerileyen 3. ülke oldu. Son 10 yılda en çok otoriterleşen 10 ülke arasında 3. oldu. İlk iki sırada ise Polonya ve Macaristan yer aldı. 179 ülkenin değerlendirildiği Liberal Demokrasi Endeks listesinde ise Türkiye; Kongo ile Ruanda’nın arasında 149. sırada yer buldu.1 

Yazıma ülkemiz adına böyle bir istatistikle başlamak istemezdim. Ancak temel hak ve özgürlüklerin giderek daraldığı, hukukun üstünlüğünden ziyade üstünlerin hukukunun geçerli olduğu, giderek daha da baskıcı politikaların yaygınlaştığı bu gidişata dikkat çekmek ve gerekli uyarılarda bulunmak elzemdir. Bu istatistiklere bazı eleştiriler getirilebilir, tamamen objektif olmadıkları, bazı siyasi amaçlar için yayınlandığı söylenebilir. Ancak her ne kadar bu istatistiki bilgiler tamamen objektif olmasa da işin içinde politik, stratejik vb. yönlendirmeler ve hedefler barındırsa da yine de önemlidir. Burada bir gerçeğin altı çizilmekte, ülkemiz adına gidişatın endişe verici olduğu göze çarpmaktadır. İstatistiklerin ne söylediğinden ziyade içinde yaşadığımız toplum gerçekleri gözümüzün önündedir, her geçen yıllar daha baskıcı, daha totaliter bir topluma dönüştüğümüz gerçeğini masaya yatırmak lazımdır.

Aslında baskıcı anlayış, (İttihat ve Terakki eliyle) ülkemizin kurtuluş yıllarının hemen akabindeki tek parti yıllarından bugüne hep var olagelmiştir. Sürekli birileri ülkede var olan özgürlüğü çok görmüş, ipleri daima elde tutmayı yeğlemiştir.  Daha  çok  demokrasi   söylemleriyle bir taraftan serbestiyet vaat eder gibi görünürken diğer taraftan sistemin baskıcı yönünü daima Demokles’in kılıcı gibi elinde tutmuştur. Ülkenin gidişatına göre özgürlük, hak ve adalet gibi kavramlar bazen esnetilse de çoğu zaman birtakım gerekçelerle (tüm darbe süreçleri ve OHAL uygulamaları) daraltılmıştır.

Kurtuluş savaşı yıllarından sonra halkın dinini rahatça yaşama, hassasiyetlerine göre giyinme-kuşanma, sosyal ve kültürel her türlü yaşantısına müdahale edilmiş adeta tek tipleştirilmeye çalışılmıştır. Yakın tarihimizde gerçekleştirilen devrimler (harf inkılabı, kılık-kıyafet değişimi, eğitimde tek tipleştirme) ve toplumsal sonuçları irdelendiğinde bu durum net bir şekilde görülecektir. Tek parti döneminden (1932-1950) sonra da nerdeyse her 10-15 yılda bir askeri darbe ve müdahalelerle (1960, 1971, 1980, 1997, 2007) daima o baskı toplumda hissettirilmiş, askeri vesayet dönemi korkusu toplumdan eksik olmamıştır. 28 Şubat 1997 Postmodern Darbesinin ardından 2000’li yılların başında nispeten özgürlüklerde bir genişleme, hak ve adaletin tesis edeceği izlenimi olsa da akabinde bu tutumdan hızla vazgeçilmiştir. Son yıllarda birileri bu kadarcık demokratikleşme ve özgürleşmeyi dahi çok görerek memleketi adeta bir Ortadoğu ülkesine veya Çin gibi katı sosyalizmin uygulandığı baskıcı bir rejime doğru götürmek istiyor. Ülkede meydana gelen gelişmeleri de (15 Temmuz darbe girişimi gibi) süreci hızlandırma adına, kendi lehine çok iyi değerlendiriyor. 2002-2012 yılları arasında nispeten 28 Şubat atmosferinden çıkma ve toplum olarak biraz nefes alma sağlandıysa da sonrasında tekrar baskı dönemleri geri geldi. Bu 10 yıllık süreçte bazı hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, hukukun üstünlüğünün dile getirilmesi, yıllardır kangrene dönmüş Kürt sorunu meselesinde çözüm süreci adı altında girişimlerin başlatılması, İslami kesim açısından kamuda başörtüsü ve kılık-kıyafet sorununun çözümlenmesi atılan olumlu adımlardı. 

Ne olduysa birdenbire ortaya hükümet-cemaat kavgası çıktı. Birileri bu kavgadan faydalanmak, ülkeyi tekrar eski baskı dönemlerine döndürmek için bir fırsata dönüştürdü. Ardından çözüm süreci askıya alındı. 4 Kasım 2014’te tarihin en uzun süreli MGK’sında (bir diğer en uzun MGK toplantısı 28 Şubat 1997) “legal görünümlü illegal yapılanmalar” ile mücadele edilmesi yönünde alınan ucu açık bir kararla tüm STK, vakıf, dernek gibi kurumsal yapılar ve hatta kişilerin bu kapsama dahil edilebilme tehlikesi ortaya çıktı. Yargı ve kolluk kuvvetleri istediği kişiyi makul şüphe ile mercek altına alacak ve legal olsa bile illegal statüsünde görerek faaliyetlerini yasaklayacaktı.

SON ZAMANLARDA YAŞANANLAR OTORİTERLEŞTİĞİMİZİN DELİLİ Mİ?

Türkiye’yi Rusya ve Çin eksenine kaydırmak ve daha baskıcı bir rejim kurma amacında olanların ekmeğine yağ sürecek 15 Temmuz darbe girişimi, akabinde iki yıl süren OHAL ve şimdi de pandemi süreci… Tüm gidişat adeta ülkeyi otoriterleşmenin kucağına itiyor ve halkın tepkisini minimize ediyor. İnsanlar salgın nedeniyle ölüm korkusu taşıdıkları (medyada sürekli gündem olması, istatistiklerle sürekli vakaların, ölümlerin paylaşılması gibi) ve çoğunlukla izole olmaya sevk edildikleri için psikolojik olarak da süreci sorgulama gereği duymuyor.

Tüm bu süreçte nispeten daha özgür olduğu için insanlar iletişimlerini sosyal medya üzerinden teknolojik imkânlarla sağlıyorlar. Ancak o alan da sanıldığı gibi özgür değil. En küçük bir eleştiri/tenkit kişinin mahkemelik olmasına, bir sabah baskınıyla evinden alınmasına sebep olabiliyor. Sosyal medyadaki yorumlarda “Silivri Soğuktur” esprisi bile bilinçaltında insanlarda bir korku unsuru olmakta, yorum yazarken özgürce yazmasına engel olmaktadır. Burada özgürce yazmak derken fikirleri kast ediyorum, hakaret ve küfür içerikli sözleri değil. Çünkü karşıdaki insana küfretmek özgürlük değil ancak acizlik ve edepsizliktir.

Baskıcı bir topluma dönüşmenin bir örneği de kolluk kuvvetlerinin (polis ve bekçiler) hukuk dışı davranışlarına tolerans tanınmasıdır. Özellikle iki yıllık OHAL sırasında ve sonrasında kanunlara bağlı kalması ve uygulaması gerekenlerin hukuku gözetmeksizin yaptıkları her şey adeta görmezden geliniyor veya örtbas ediliyor. Sosyal medyadan bunun onlarca örneğini görmek mümkündür. Bu durum insanlarda devlete ve işleyişine karşı tereddütler meydana getirir, insanların hukuka ve adalete olan güvenini sarsar. Bu konuda ne kadar objektif istatistik var bilemiyorum ancak 2019’da yapılan bir ankete göre katılanların %68’i yargıya güvenmediğini belirtmiştir. Güvenenlerin oranı %11,7, kısmen güveniyorum diyenlerin oranı %20,3 olarak belirlenmiştir.2 Anketin bu şekilde olmasında, emniyet kuvvetlerinin topluma dönük yapmış oldukları orantısız güç kullanımında ceza almamaları, kolluk kuvvetlerinin yaptıkları hukuksuzlukta gerek savcılık gerekse valilik tarafından kovuşturma izninin verilmemesinin payı büyüktür.

2911 sayılı kanun, kişiye önceden izin almaksızın basın açıklaması hakkı tanıdığı halde emniyet güçleri çoğu zaman bu hakkın kullanılmasını engellemekte veya bu hakkı kullananlar hakkında soruşturma ve mahkeme açılmasına sebep olmaktadır. Akabinde açılan mahkemelerde insanlar beraat ettikleri halde hem mahkemelik olan insanları hem de Emniyette ifade alıp yazışmaları yapan memurları ve mahkemeyi gereksiz yere uğraştırmaktadır. Bu durum toplumda hak arayışının engellenmesi, baskı ile göz korkutma ve insanların iş-güç kaybına sebep olma değil midir? Ancak ne hikmetse savcılık ve mahkemeler tarafından bu duruma herhangi bir itiraz gelmemekte, bu durum sürüp gitmektedir. Bunu sadece Furkan Gönüllülerinin onlarca açılan ve çoğu beraatla sonuçlanan davaları için değil ülkedeki tüm bu durumda olan kişiler için dile getiriyorum.

Emniyeti sağlayacak kolluk kuvvetlerinin görev tanımı ve bunun dışına çıkıldığında ne gibi yaptırımlar uygulanacağı yasada bellidir. Polisin bir yurttaşa bırakın şiddet uygulamasını hakaret etmesi bile suç işlemesi anlamına gelir. Hukuk devletinde o polis hakkında şiddetin boyutlarına göre etkili eylemden işkenceye kadar varan bir suçlamayla dava açılır ve alacağı ceza sonrasında Emniyet Teşkilatı Disiplin Yönetmeliği 8/7 bendi gereğince meslekten atılması gerekebilir. Keza hakaret için de Emniyet Teşkilatı Disiplin Tüzüğü 5/7 bendi gereği aylık kesme cezası ile cezalandırılır. Ayrıca TCK 125. Madde üzerinden hakaret davası da açılabilir.

Polisin zor kullanma olarak tanınan yetkisi Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu 16. Maddede tanımlanmıştır. ZOR VE SİLAH KULLANMA Madde 16- (Değişik madde: 02/06/2007-5681 S.K./4.mad) “Polis, görevini yaparken direnişle karşılaşması halinde, bu direnişi kırmak amacıyla ve kıracak ölçüde zor kullanmaya yetkilidir. Zor kullanma yetkisi kapsamında, direnmenin mahiyetine ve derecesine göre ve direnenleri etkisiz hale getirecek şekilde kademeli olarak artan nispette bedenî kuvvet, maddî güç ve kanunî şartları gerçekleştiğinde silah kullanılabilir.” Burada bahsedilen zor kullanma yetkisi şiddet kullanma anlamında değildir. Polisin zor kullanması kendisine direnişin söz konusu olması ve direnişi kıracak düzeyde olmalıdır.

Ancak ülkenin geldiği atmosfere bakıldığı zaman hakkını arayan herkesin potansiyel terörist gibi gösterildiği, ötekileştirildiği ve zulme uğradığında ‘layığını buldu’ gibi sözlerle ona yapılanın meşrulaştırıldığı bir vasatta yaşıyoruz. Sosyal medyaya yansıyan bazı videolarda görmüşsünüzdür. Yasal olan basın açıklaması hakkını kullanmak isterken polisin orantısız müdahalesine maruz kalan vatandaş, kendisini darp eden polise, “sen kimsin, neden yasal hakkımı kullanmama izin vermiyorsun?” dediğinde “ben devletim” cevabıyla karşılaşıyor. Bu üslup kendisini karşıdakine her türlü zulmü yapmaya yetkili gören ve zulmünün yanına kâr kalacağını düşünen, memleketin sahibi olduğunu zanneden insanın üslubudur. Son dönemde çıkan genelge ile polisin kamusal alanda yaptıklarını kameraya çekmenin ve görüntülemenin de yasaklanmasıyla bütün kozları “ben devletim, yani istediğimi yaparım” zihniyetinde olanların eline vermek istenmiştir. Elbette ki tüm Emniyet birimlerini aynı kefeye koymak ve hepsinin bu şekilde olduğunu söylemek istemiyorum. Ancak bu tür zulümlere prim tanınması halk ile Emniyet güçlerini karşı karşıya getirmek, toplumsal kutuplaşmanın fitilini ateşlemek, araya nefret tohumlarının ekilmesine sebep olmak demektir. Bilinmesi gereken bir nokta da işkence gibi suçlarda zaman aşımının olmadığı, amirlerinin sözlü talimatlarıyla hareket edenlerin ilerde çok zor durumlarla karşılaşacağı gerçeğidir.   

Bir memleket baskıcı olursa orada rüşvet, adam kayırmaca, zulüm ve haksızlık çoğalır. İnsanlar baskı altında özgür olmadıkları için fikirler donuklaşır, üretim ve gelişim durur. İşe alımlarda ve makamlara gelmede liyakat değil de akrabalık/particilik ön planda olursa o memlekette huzursuzluk, kaos ile birlikte bir de beyin göçü olur. “Metropoll Araştırma Şirketi, yapmış olduğu ankette vatandaşlara “Yurt dışında yaşamak veya okumak ister misiniz?” sorusunu yöneltti. Ankete katılanların %47,3’ü yurt dışında yaşamak ve okumak istediğini belirtti. Ankete katılan 18-24 yaş aralığındakilerin %70’i yurt dışında yaşamak ve okumak istediğini belirtmiştir.”3 

Otoriterleşmenin belirtileri elbette bunlarla sınırlı değil ancak bu kadarıyla iktifa edelim. Adaletin tecelli ettiği, insanların eşit hak ve özgürlükler çerçevesinde yaşadığı örnek bir toplum olmak temennisiyle…

  1. euronews.com/2021/03/10/rapor-turkiye-son-10-y-lda-en-cok-otoriterlesme-gosteren-ilk-10-ulke-aras-nda
  2. com/gundem/orcnin-yargiya-guven-anketi
  3. news/tr/turkiyede-genc-nufusun-yuzde-70i-yurt-disinda-yasamak-ve-okumak-istiyor/