Kapak

Batı’nın Gerçek Yüzü

Paylaş:

Hak-bâtıl mücadelesi kadim bir mücadeledir ve tarihi, ilk insan Hz. Âdem’in yaratılışı ile şeytan arasındaki mücadele zamanına dayanır. Öyle ki, insanlık tarihi, yerin, zamanın ve oyuncuların değişmesi dışında genellikle aynı sahnelerle doludur dense yanlış olmaz. Bu anlamda İbn-i Haldun’un; “Geçmiş geleceğe, suyun suya benzemesi gibi benzer”1 sözü ne kadar yerinde bir sözdür. O gün de bâtılın temsilcileri Müslümanlara ve onların en kutsal kabul ettikleri değerlere saldırıyorlardı, bugün de… O gün de kurdukları beşerî sistemlerini koruma adına Müslüman kanı döküyorlardı, bugün de... O gün de, hendek sahipleri (Ashab-ı Uhdud) “Azîz ve Hamîd olan Allah’a inanmaktan”2 başka suçları olmayan iman sahiplerini ateş dolu hendeklere atıyorlardı, bugün de… Hatta denilebilir ki; o gün ateş dolu hendeklere atılanlar en azından iman sahibi idiler. İmanlarından dolayı ateş dolu hendeklere atılıp şehid oluyorlardı. Bugünkü nesil ise şehvet, makam ve ideolojilerin dipsiz bataklıklarına imansız bir şekilde atılmak isteniyor. İnsanlığı uçuruma sürüklerken de “daha fazla özgürlük,” “ileri demokrasi,” “küresel barış” gibi yaldızlı sözler kullanıyorlar.

                Ancak Allah’ın yardımı ve samimi Müslümanların gayretleriyle tüm dünyada İslam adına (engellemelere rağmen) bazı olumlu gelişmeler oluyor ve onların açtıkları toplumsal yaralar sarılmaya çalışılıyor. Muhterem Hocamız’ın tespitiyle “İslam âlemi ümidi ve uyanışı, Batı ise korkuyu ve batışı”3 yaşıyor. İşte bu noktada dünyadaki İslamî gelişmelerden rahatsız olan küresel güç odakları devreye giriyorlar. Sudan bahanelerle Müslümanları engellemeyi, onları tüm dünyaya terörist ve potansiyel tehlike olarak göstermeyi amaçlıyorlar ve bunda da kısmen başarılı oluyorlar. Bunun tarihte ve günümüzde örnekleri pek çoktur.

                Tarih Boyu İslam’a Saldırdılar...

                Yemen Valisi Ebrehe, El-Kulleys isminde bir kilise yaptırmıştı. Amacı; siyasî, dinî ve ekonomik açıdan Yemen’i bir cazibe merkezi haline getirmekti. Bunun için önündeki en önemli engel olan Kâbe’nin yıkılması gerekiyordu. Ancak durduk yerde, geçerli bir sebebi yokken Kâbe’ye saldıramazdı. Sonunda beklediği olay gerçekleşti, bir Arap genci geldi ve kiliseye pisledi. Bu komik gerekçeyle Müslümanlarca kutsal kabul edilen Kâbe’yi yıkmak için fillerle donatılmış ordusuyla harekete geçti. Sonuçta bu girişimi başarısız olsa da bu olay bize şunu göstermiştir: Zalimin kendi emellerini gerçekleştirmek, saltanatını sürdürmek ve zulmünü sergilemek için sebebe ihtiyacı yoktur. Sebep yoksa bile kamuoyunu oyalayacak ve inandıracak bir sebep üretir, sonuçta yine emelini gerçekleştirir.

                Hatırlanacak olursa ABD’nin İslam coğrafyasını kana bulaması için sarıldığı sebep, (11 Eylül 2001 saldırısı) Ebrehe’nin sebebinden daha da komiktir. 11 Eylül saldırılarını kimin yaptığı hâlâ ortaya çıkarılamamışken, bunu yapmak için üstün bir teknolojiye sahip olunması gerektiği uzmanlarca dile getirilirken, ABD’nin faturayı tüm İslam âlemine kesmesi, “Haçlı Seferleri’nin başlatılacağını” telaffuz etmesi, bu işin başından beri plânlanmış bir tezgâh olduğunu ortaya koyuyor. ABD bu olayın hemen akabinde Afganistan’a saldırdı. Aslında zaten böyle bir niyetinin olduğu uzmanlarca dile getirilmiştir: “ABD’nin son 25 yıldaki Afganistan politikası üç farklı özellik göstermiştir:

                ABD, Sovyet işgali esnasında İslamî direnişçilerle aynı safta yer alırken, Sovyetlerin çekilmesi sonrası Taliban’a destek vermiştir. ABD’nin Taliban’a desteğinde gözden kaçırılmaması gereken konu, Türkmen petrol ve gazını Afganistan ve Pakistan üzerinden Güney’e indirme plânları için ülkede en kısa zamanda düzeni sağlayacak güç olarak Taliban’ın görülmesidir. ABD’nin iç çatışmalar dönemindeki bu tercihi 11 Eylül dâhil, ileride yaşanacak olaylara yön vermiştir. Sonraki dönemde, Taliban taraftarı politikasına eleştiriler ve sivil toplum baskısı sonrasında ABD, politika değişikliği ile Taliban’ı ve onun desteklediği El-Kaide’yi düşman kabul etmiştir.”4

                Afganistan saldırısıyla hızını alamayan ve İslam ülkelerini İsrail’e tehdit oluşturmayacak şekilde dizayn etmek isteyen ABD,  Irak’ı işgal etti. Gerekçe olarak, Saddam’ın diktatörlüğü, (hâlbuki kendisi başa getirmişti) Irak’ta demokrasinin olmayışı ve Irak’ın güneyinde İsrail başta olmak üzere tüm insanlığı ve küresel barışı tehdit edecek nükleer silah üretiminin varlığı söylendi. İşgal sırasında Saddam öldürüldü ancak Irak’ın güneyinde nükleer silah üretiminin olmadığı da itiraf (!) edildi. Bu arada Irak yerle bir oldu, 1,5 milyon insan öldürüldü, bir o kadar insan sakat kaldı. Binlerce kadının namusu kirletildi ve milyonlarca çocuk yetim kaldı. ABD’nin meydana getirdiği bu vahşet tablosu, 2011’de Irak’tan çıkarken ektiği fitne tohumları sebebiyle yerini mezhep çatışmalarına ve kardeş kavgasına bıraktı. Iraklılar diktatör olan Saddam’ın dönemini mumla arar hâle geldikleri halde, olay dünyaya başka türlü lanse edildi: BBC’nin haberine göre, Başkan Obama: “9 yılda yapılan fedakârlıkların; yeni, daha istikrarlı ve egemen bir Irak meydana getirdiğini savundu. ABD ordusunun Irak’tan başı dik olarak ayrıldığını ifade etti.”5

                Bir başka özgürlük vadeden ülke Fransa’nın, kanlı tarihine baktığımızda aynı vahşet tablolarını görmek mümkündür. “1830 yılında işgal ettiği Cezayir topraklarını tam 132 yıl boyunca sömüren ve insanlık tarihinin en büyük soykırımlarından birini gerçekleştiren Fransa, Cezayir’in 1954 yılında bağımsızlık mücadelesini başlatması üzerine, 1,5 milyon insanı katletti. Cezayir’in tüm yeraltı ve yerüstü kaynaklarını gasp ederek zenginleşen Fransa, 1962 yılında bu topraklardan ayrılırken geriye 132 yıllık işgal sürecinde katlettiği 5 milyon masum insan ve harap olmuş bir ülke bıraktı. Bağımsızlık kazanıldığında 2 milyon insan toplama kamplarında bulunuyordu, yarım milyon insan komşu ülkelere sığınmıştı, ekonomi çökmüştü ve halkın % 80’i okuma-yazma bilmiyordu.”6

                Avrupa’nın Afrika’yı sömürmesi ve oradaki yerli halkı öldürmesi, İsrail’in 50-60 yıldır Filistinlileri katletmesi, Çin’in Müslüman Uygur halkına zulmetmesi, Budistlerin Arakanlı Müslümanlara reva gördükleri zulümler ve buna benzer nice hadiseler anlatılabilir. Tüm bu olayların ortak paydası Müslümanların katledilmiş olması olduğu için, dünyanın ilerici (!), özgürlükçü (!), demokrat (!) ülkeleri ve halkları sessiz kalıp üç maymunu oynadılar. Ancak kendilerinden üç-beş insan ölünce ortada tahrik unsuru olup-olmadığına bakmaksızın suçu İslam’ın ve Müslümanların üzerine attılar. Son olarak Fransa’da Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e hakaret içerikli karikatür yayınlayan Charlie Hebdo Dergisi’ne yapılan saldırı ve sonucunda 12 insanın ölmesi üzerinden İslam’a ve Müslümanlara kinlerini kusma fırsatı yakaladılar. Bu olay medyada Fransa’nın 11 Eylül’ü şeklinde lanse edildi. Zaten aylar öncesinden Fransa ve Almanya’da yaşayan Müslümanlara karşı tehdit ve engellemeler başlamıştı. Bu olay, Batı ülkeleri için İslam’ın yükselişini durdurma adına bulunmaz bir fırsat oldu (ya da oluşturuldu) ve bu fırsatı iyi değerlendirdiler.

                Birçok ülkenin Başbakanını, terörü lanetleme ve ortak hareket etme adına Fransa’da toplayıp olayı gövde gösterisine dönüştürdüler. Oysaki geçmişten gelip devam eden vahşet ve zulümlerini, demokrasi, barış ve özgürlük makyajlarıyla gizleyen bu liderlerin birçoğunun ellerindeki mazlum Ortadoğu halklarının kanı henüz kurumamıştı...

                11 Eylül saldırılarının failleri hâlâ bulunamadı. Charlie Hebdo Dergisi’ne saldırı yapanlar aslında yakalanabilecek ve arkasında kimin olduğu sorgulanabilecek bir pozisyonda olmalarına rağmen öldürüldüler. Bu olayların gerçek faillerini tam olarak bilmiyoruz (Yemen el- Kaidesi’nin üstlendiği söyleniyor) ancak Irak’ta, Filistin’de, Arakan’da, Cezayir’de ve daha ismini sayamadığım birçok coğrafyada akıtılan Müslüman kanının faillerini iyi biliyoruz. Hem de bu yapılan katliamlar münferit değil devlet eliyle yapılan zulüm ve katliamlardır. Muhterem Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin ifade ettiği gibi; “Dünyadaki terörden, akan kan, gözyaşı ve zulümlerden Batı Medeniyeti ve onu temsil eden liderler sorumludur. Asıl sorgulanması ve dikkatlerden kaçmaması gereken nokta burasıdır.”

                Müslümanlar, bulundukları bölgelerde eğitim ve davet çalışmaları yapmalı, böylesi saldırılarda bulunarak Avrupa’da yükselen İslamî gelişmelerin engellenmesine sebep teşkil edecek olayların fitilini ateşlememeli, daima dengeli ve ferasetli olmalıdır. Hâlâ tüm dünyada kanı akan, evleri başına yıkılan biz Müslümanlar iken, mücadelemizde, serzenişimizde haklıyken, batının provokasyon ve tahriklerine gelip bir takım fevri davranışlarla haksız duruma düşmeyelim. Tarihi ve olayları iyi analiz edelim, aynı delikten defalarca ısırılmayalım. Böylelikle batının maskesi düşmüş ve gerçek yüzü ortaya çıkmış olsun. Son olarak sözü Merhum Âkif’in dizeleriyle bitirelim:

                “Tarihi ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;

                Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”             

1) İbn-i Haldun, Mukaddime.

2) Buruc, 8.

3)  İslamın Yükselişi Konferansı, 2014, Adana.

4) KOCAOĞLU, Timur,“Afganistan Ulusal Sorununun Uluslararası Boyutları”, Afganistan Üzerine Araştırmalar, Ali AHMETBEYOĞLU (der.),

Tarih ve Tabiat Vakfı (TATAV) Yay. İstanbul, 2002.

5) www.bbc.co.uk/turkce/haberler/ıraq_us_flag.shtml. (internet haber).

6)  Akın, Kenan; Avrupa’nın Öbür Yüzü / Cezayir’de Fransız Vahşeti ve Ötesi; Derin Yayınları; İstanbul; 2003.