Davet

Davetçinin Vasıfları-2

Paylaş:

 

İnsanların huyları, kişilik yapıları, fikirleri, zekâ düzeyleri ve ilgi alanları birbirinden farklıdır. Sosyal ve psikolojik yönlerden göze çarpan bu farklılıkların yanında, problemleri ve ihtiyaçları da farklılık arz etmektedir. Bu özellikler toplumdan topluma değiştiği gibi, insandan insana da değişebilir. İslam davetçisi tüm bu değişimleri göz önünde bulundurarak, içinde bulunduğu toplumu tüm yönleriyle ele alıp, davasını bütün kesimlere ulaştırmak ve böylece onları davasıyla kuşatmak durumundadır. Davetçinin kuşatıcı olması, evvela hareketin kuşatıcı (şumüllü) olmasıyla bağlantılı olmakla beraber, davetçide bazı vasıfların olmasını da gerektirmektedir. Başarı, bu vasıflara sahip olmakla doğru orantılıdır. Tıpkı bir doktorun genel anlamda birçok hastalığı teşhis edebilecek asgari düzeyde bilgiye sahip olması ve gerektiğinde kendini aşan durumları ihtisas sahibine yönlendirmesi gibi, birer manevî doktor hükmünde olan İslam davetçilerinin de muhataplarının hastalıklarını teşhis ve tedavi edebilecek temel davetçi vasıflarını taşıması gereklidir.  Önceki sayımızda bu vasıflardan önemli olanlarına (bilgi, sabır gibi) değinmiştik. Bu sayımızda da konuya devam edelim inşallah.

Fedakârlık

Davetçinin davasına olan bağlılığının ve samimiyet derecesinin ne kadar olduğunun somut bir göstergesidir fedakârlık. Bir dava uğruna her türlü fedakârlığı göze almış davetçiler ve dava erleri yoksa o davanın başarılı olması çok zordur. Bu davetin öncü şahsiyetleri olan sahabe-i kiramın fedakârlıkları sonrasında bu günlere gelen İslam davası, bugün tüm zamanlardakinden daha fazla her şeyini ortaya koyacak fedakâr davetçilere muhtaçtır. Davanın ilkleri olan sahabeye baktığımızda genel anlamda onlarda göze çarpan en önemli iki özellik; sağlam ve sarsılmaz bir imana sahip olmaları ve bu imanın gereği olarak her şeylerini ortaya koyabilmeleridir. Bu dava bugünlere gece-gündüz çalışan, -çok fazla bilgiye sahip olmasa da- mangal gibi yüreği olanların elleriyle ulaştı. Davanın bekası için yapamayacakları fedakârlık yoktu. Daha ilk zamanlarda her şeylerini geride bırakıp Habeşistan’a hicret edebiliyor, bu dine girişin bedeli neyse gözlerini kırpmadan ödeyebiliyorlardı. “Harekete geçirmeyen, fedakârlık yaptırmayan imanın iman olmadığını”1 pratik hayatta gösteriyorlardı.

Günümüz davetçileri, kendi dünyevî işlerine verdikleri önem, fedakârlık ve gayretin daha fazlasını davayla ilgili meselelerde gösterebilmeli, davalarını tüm menfaatlerinin önüne geçirebilmelidirler. Bazen Umeyr’in oğlu Mus’ab gibi zenginliği ve şatafatlı rahat hayatı terk edebilmeli, bazen de Suheyb gibi tüm mal varlığını geride bırakıp çok sevdiği diyardan hicret edebilmelidir.

Hizmetin büyümesi ve gelişebilmesi için nerede ihtiyaç varsa İslam davetçisi oraya gidebilmeli, hayatındaki en önemli öncelikleri davası ve davetiyle ilgili olmalı, davası için “hayatım bu yola fedadır” diyebilmelidir.

Davetçi, dava kardeşlerini kendi nefsinden bile önde tutabilmeli, kardeşliğin gerektirdiği fedakârlığı gösterebilmelidir. Tıpkı Ensar-Muhacir kardeşliği gibi. “Daha önce Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, göç eden yoksul kardeşlerini öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir”2

Ümitvâr Olmak

İslam davetçisi, istikbal İslam’ındır inancı içerisinde olup, çevresine de bu inancı yaymalı, zaferin Allah’ın elinde olduğunu bilerek vazifesini ifaya devam etmelidir. Zafer odaklı düşünen ve zafer geciktikçe karamsarlığa düşenlere ümit aşılamalı, etrafına pozitif enerji yaymalıdır. Durum ne kadar vahim görünse de her zaman bir çıkış yolunun bulunduğunu, Allah Azze ve Celle’nin mutlaka inananlara yol göstereceğini bilmeli ve etrafına anlatmalıdır. “Uğrumuzda cihad edenlere yollarımızı gösteririz”3 ayeti buna işaret etmektedir. Seyyid Kutup tefsirinde bu ayetle ilgili şunları söylemektedir: “Bunlar, Allah’a giden yolda karşı karşıya kaldıkları zorluklara katlanan, hiçbir sorumluluktan kaçınmayan, asla ümitsizliğe düşmeyen kimselerdir. Kendi nefislerinin baştan çıkarıcı oyunlarına, insanların dinden döndürme amaçlı baskılarına karşı sabreden kimselerdir. Yüklerini omuzlayıp yabancısı oldukları uzun ve meşakkatli yola koyulan kimselerdir. Kuşkusuz Allah onları yalnız başlarına bırakmayacaktır. Kendi uğrunda giriştikleri cihad hareketini görecek ve onları kendi yoluna iletecektir.”4

Kur’an, daha ilk yıllarda Müslümanlar bir avuç iken ve İslam düşmanları tarafından her türlü eziyete maruz bırakılırken, bu metodu uygulamış, ümit verici ayetlerle Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i ve bir avuç Müslümanı teselli edip ümitlendirmişti. Yine bu hususta uyguladığı metodla en güzel örneği, Rasulullah Efendimiz vermişti. O, kesinlikle ümidini kaybetmeden, ye’se düşmeden, ısrar ile davetini en azılı müşriklere, kendisine en çok düşmanlık ve hakarette bulunanlara sunmaktan bir an bile geri kalmamıştı. Habbab Bin Eret Radıyallahu Anh’ın gelip eziyet ve sıkıntılardan şikâyet etmesi üzerine, ilerde güzel günlerin geleceğini, zaferin gelmesi için acele edilmemesi gerektiğini somut bir örnekle anlatmış: “Yemin ederim ki Allah mutlaka bu dini yeryüzüne hâkim kılacaktır. Öylesine hâkim kılacak ki, tek başına bir atlı San’a’dan Hadramevt’e (Yemen’de iki şehir) kadar selametle gidecek, Allah’tan ve koyunlarına zarar verecek kurttan başka hiç bir şeyden korkmayacaktır. Ne var ki siz acele ediyorsunuz”5 demişti. Yine Medine’de, düşmanın sayıca çok olması endişesiyle, soğuk kış şartlarında ve kıtlık zamanında günlerce çalışılıp hendek kazıldığı, herkesin bitkin bir vaziyette olduğu bir zamanda, karşılarına çıkan büyük bir kaya ve o kayanın parçalanması sırasında Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in vermiş olduğu müjdeli haberler, yorgun ve tükenmiş yüreklere su serpiyor, ümit tomurcuğu oluyordu. Sert ve kırılmaz kayaya her vuruşunda kayadan bir büyük parça kopuyor ve Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Allahu Ekber! Bana Şam’ın anahtarları verildi. Allahu Ekber! Bana Fars ülkesinin anahtarları verildi. Allahu Ekber! Bana Yemen’in anahtarları verildi”6 diyordu. Aynı şekilde Konstantiniyye (İstanbul) ve Roma’nın da fethedileceğine dair gelecekle ilgili müjdeli haberler, tarih boyunca İslam davetçilerine moral olmuş ve bu şehirlerin alınması için birçok sefer düzenlenmiştir. Sonunda İstanbul 1453’te fethedilmiş, kendisinden sonra (Allah Azze ve Celle’nin izniyle) fethedilecek Roma’nın fethinin de habercisi olmuştur. İslam davetçileri bir yandan ümitvâr olup etrafına pozitif enerji yayarken, bir yandan da ümit kırıcı fikirlere sahip olan ve daha önce hizmet edip de bir köşeye çekilenlerin negatif etkilerinden kendilerini ve etrafındakileri korumalıdırlar.

1.        Alparslan Kuytul Hocaefendi, İman ve Mes’uliyet konferansı

2.        Haşr, 9

3.        Ankebut, 69

4.        Seyyid Kutub, Fi-zilalil-Kur’an, cilt 11, s. 386-87

5.        Buhârî, Menâkıb, 25

6.        İbn Hişâm, 3/230