Kapak

Dünya ve Ahiret Arasında Denge Kurmak

Paylaş:

 

Bu yazımızda dünya hayatı ile ahiret hayatına aynı önemi değil, her ikisine de gereken önemi vermemiz icap ettiğinden bahsetmeye çalıştık. Şüphesiz ki geçici dünya metâı ile ebedi ahiret yurdu asla bir değildir.

Kur’an-ı Kerim, Ümmeti Muhammed’i vasat ümmet1 olarak tanımlıyor. Ayette geçen ‘vasat’ kelimesinin birçok manasından biri de ‘dengelilik, ifrat ve tefritten uzak olmak’tır. Yani itikattan ibadete, eğitimden ekonomiye, evlenmeden boşanmaya hayatın her alanında adaleti, hakkı ve dengeli tavrı elden bırakmamak anlamındadır. İslam her meselede dengeyi hedeflediği gibi dünya ve ahiret hayatı noktasında da önümüze bir dengeli bakış sunmaktadır. Dünya ve ahiret arasında denge kurmak hayatımızın en elzem meselesidir. Çünkü bu durum dengede olmazsa gerek dünyada gerekse ahirette akıbet hüsran olacaktır. Gerekli denge kurulduğu zaman Allah Azze ve Celle’nin izniyle dünyada ve ahirette akıbet hayr olacaktır. Kur’an’a göre temelde dünya hayatı ve bir de bu dünya hayatının şekillendirdiği ebedi hayat yani ahiret hayatı vardır. Kabir hayatı, şehitlerin hayatı, diğer varlıkların hayatı gibi hayatlar da elbet vardır ancak onlar konumuzun dışındadır. İnsan asıl olarak ebedi hayat için yaratılmış ancak ebedi hayattaki yeri (cennet veya cehennem) dünya hayatındaki performansına, mücadelesine, imtihandaki başarısına bağlanmıştır. Öyleyse diyebiliriz ki iki hayat arasında çok sıkı bir ilişki vardır ve bu ilişkide asıl belirleyici olan dünya hayatına bakışımızdır.

DÜNYA BİR İMTİHAN YERİ, AHİRET İSE GERÇEK MEKÂN!

Kur’an-ı Kerim dünyadan bahsederken onun bir imtihan yeri olduğunu, imtihanın tam olması için de nimetlerinin insan için süslendirildiğini, çekici kılındığını söyler. Bununla birlikte bir oyun ve eğlence, bir geçimlik olan bu geçici mekâna saplanıp kalmaktan, onun nimetlerini elde etme yarışına girip asıl hayat olan ahireti unutmaktan da bizleri men eder. Yani dünya-ahiret dengesi lazım derken kastettiğimiz şey burada terazinin iki kefesinin (dünya ve ahiret) eşit olması değil, dünya hayatından el etek çekmeden, inzivaya çekilmeden, hayattan kopmadan ibrenin ahiretten yana olmasıdır. Terazinin ahiret kefesi ağır basmalı, yönelmemiz ona doğru olmalı, ama dünya hayatındaki zamandan ve nimetlerden de ihtiyacımız kadar elde etmeli tamamen dünyadan da soyutlanmamalıyız.

YAHUDİ VE HRİSTİYANLARDAKİ DENGE BOZUKLUĞU

Hristiyanlık ve Yahudilik dünya-ahiret dengesini kuramamış, bu meselede de ifrat-tefrit arasında gidip gelmiştir. Hristiyanlık dünyadan el etek çekmeyi, mağarada inziva hayatı yaşamayı, fıtrî ihtiyaçları (yeme, içme, temizlik, evlilik gibi) terk etmeyi takva olarak sunmuş, hâliyle bu durum toplumda kabul görmeyince bunu sadece bazı rahipler yapabilmiş, toplumun geri kalanı ise böyle bir dinden zaman içerisinde uzaklaşmaya başlamışlardır. Aziz olarak anlatılan bazı papazlar hiç ayağını yıkamamakla veya bedenlerine su değdirmemekle övünmüş, bu şekilde topluma güya örnek bir yaşantı sunmuşlardır. Fıtratla savaşmak olan bu durum toplumun dinden nefret etmesine ve dinsizliği tercih etmesine sebep olmuştur. Yahudilikte durum tam tersidir, onlar ahireti kendilerince garantilemiş, bu sebeple dünyaya alabildiğine dalmayı şiar edinmişlerdir. O kadar dünyaya meyletmişlerdir ki Kur’an Yahudilerin dünyadaki yaşama arzusunu, hırsını “…Onlardan her biri bin sene yaşamak ister…”2 ifadesiyle açıklamıştır.

‘KENDİNİZİ KENDİ ELLERİNİZLE TEHLİKEYE ATMAYIN’

Dünyaya meyletme, nimetleri elde etme yarışı maalesef Müslümanlarda da mevcuttur. Bu durum asrımızda daha da belirgin hâle gelmiştir. “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış” gibi hadis olarak söylenen uydurma bazı süslü lafların toplumda revaç bulması, insanların bu gibi sözleri kullanarak asıl mesuliyetlerini terk etmeleri bunun açık göstergesidir. İlk bakışta masum gibi görünen bu söz aslında çok tehlike arz etmektedir. Hiç ölmeyecekmiş gibi ifadesi hayatı dünyadan ibaret görmek isteyenlerin inancı veya arzusudur, Müslüman dünyayı böyle göremez. Meseleye böyle bakacak olsa, tüm vaktini dünyaya harcasa (zaten çoğu böyle yapıyor) ebedi hayatı için zamanı kalmayacak, akıbeti hüsran olacaktır. Oysa ölçü bellidir: “Allah’ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma”3 Bu ayette görüldüğü gibi dengeyi sağlayan şey ahiretin hedeflenmesine, asıl yurdun orası olduğu gerçeğine göre hayatın programlanmasına bağlıdır. Dünya ise o yurdun elde edilmesi için yol üzerindeki bir güzergâhtır, bir dar-ı imtihandır. Öyleyse insanın bütün gayreti, mücadelesi imtihanı kazanmaya ve ebedi yurdun cennet olmasına yönelik olmalıdır. Aksi takdirde hedefi sadece dünya ve dünya nimetlerini elde etmek olursa, (dünya verilse bile) ahirette elleri boş kalacaktır. “Kim ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kazancını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz”4

Terazinin dünya kefesi ağır basıp dünyaya meyledilirse bu insanın kendisini tehlikeye atması olarak tanımlanmış, Kur’an bu noktada bizleri uyarmıştır. Genellikle Trafik haftasında, Yeşilay haftasında, Cuma hutbelerinde kullanılan bir ayet vardır:

“BİZİM BAŞKA BİR EVİMİZ VAR”

“…Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın”5 Bu ayet Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den hemen sonraki dönemde bir savaş sırasında yanlış yorumlanmış, orada bulunan Ebu Eyyub el-Ensari Radıyallahu Anh yanlış anlamayı düzeltmiştir. Savaş sırasında Müslümanların saflarında bulunan bir mücahit atını düşman saflarına doğru sürmüş, orada bulunanlardan bir kısmı da ilgili ayeti söyleyerek bu kişinin yanlış yaptığını, kendisini tehlikeye attığını söylemişlerdi. Bunun üzerine Ebu Eyyub el-Ensari Hazretleri şöyle dedi: “Bu ayet, biz Ensar hakkında nazil oldu. Allah, Peygamberine yardım edip dinini galip kıldığında biz; ‘Artık mallarımızın (bağımızın, bahçemizin) başında durup onların ıslahı ve nemalanmasıyla meşgul olalım’ demiştik. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu” Sahabenin tefsiriyle anlıyoruz ki aslında ayet dünyaya dalmak suretiyle mesuliyeti terk etmekten bizleri men ediyor, ‘aksi takdirde ahiretiniz tehlikeye girer, sakın ebedi hayatınızı tehlikeye atmayın’ demiş oluyor. Bu uyarıyı alan Sahabe-i Kiram’ın hayatında dünya ahiret dengesinin izlerini görüyoruz. Bu dengeli anlayıştır ki Ebu Zer Gıfâri Radıyallahu Anh’a, evine gelip de evde eşya göremeyip, eşyaların nerede? diye soran arkadaşına: “Bizim başka bir evimiz var, eşyalarımızı oraya gönderiyoruz” dedirtiyor, dünyada zühd ve takva içinde yaşamasını öğütlüyordu.

BU ÜMMET İÇİN EN BÜYÜK TEHLİKE

Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in kendisinden sonra ümmeti için tehlike gördüğü en önemli husus da dünyaya dalmaları ve bunun sonucunda birbirleriyle didişmeleri, vazifelerini unutmaları idi. Ukbe İbni Âmir Radıyallahu Anh’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, aradan sekiz yıl geçtikten sonra bir gün Uhud şehitlerini ziyarete gitti. Yaşayanlara ve ölenlere veda eder gibi onlara dua etti. Sonra (konuşmak üzere) minbere çıktı ve şunları söyledi: “Ben ahirete sizden önce gideceğim ve sizin için hazırlık yapacağım; sizin Allah yolundaki hizmetlerinize şâhitlik edeceğim. Buluşma yerimiz Kevser havuzunun yanıdır. Ben şu bulunduğum yerden Kevser havuzunu görmekteyim. Ben sizin Allah’a şirk koşacağınızdan korkmuyorum. Ama dünya hırsıyla birbirinizle didişip çekişmenizden korkuyorum.”6

ÖLÜMLE NASIL BİR BAĞ KURULMALI?

İnsanı dünyaya dalmaktan alıkoyan, ahirete yönelmesini sağlayan en önemli etkenlerden biri de ölüm ve ötesini düşünmek, ölümle bağ kurarak onu sürekli gündemde tutmaktır. Hadiste ‘lezzetlerin belini kıran’ olarak tarif edilen ölüm, en önemli hakikat olarak karşımızda durmakta, gözümüzün önünde her gün cereyan etmektedir. Böylelikle çok bağlanılan dünyanın fâni olduğunu adeta haykırmaktadır. Üstad Bediüzzaman Rahimehullah İhlas risalesinde ‘rabıta-i mevt’ten (ölümle bağ kurmak) bahseder. Üstad, ölümü hatırlamanın da ötesinde insanın bugünden istikbâle bakarak sanki kendi ölümünü seyrediyormuş gibi olması gerektiğini, böyle olursa dünyaya ait lezzetlere olan tamahın azalacağını söyler. Burada önemli olan bir gün öleceğini bilmek değildir, sorulduğunda herkes bir gün öleceğini söyler. Asıl istenen şey, ölümle öyle bir bağ kurulmalı ki her an öleceğini bilen ve ona hazırlıklı olan, yolculuk için gereken hazırlığını yapmış bir yolcu gibi tetikte bekleyen bir insana dönüşebilmektir.

MAZERETLERİN GERÇEK SEBEBİ

Dünya ahiret dengesi kurmak kişiyi cesur yapar. Asıl hayatın ahiret olduğuna yakinen inanan insan dünyada başına gelenlere aldırmamayı, eziyetlerin ve musibetlerin ebedi hayatın önündeki engeller olduğunu, bu engellerden ve sıkıntılardan sonra esenlik diyarı cennetin geleceğini bilir. Her şeyin kâinatın padişahının elinde olduğunu, O’na tevekkül ettikten sonra hiçbir şeyden korkmamayı bilir, bu düşünce onu cesur yapar, mücadeleden geri adım attırmaz. Dünyayı ahiretin tarlası olarak görür, burada ekilenlerin ürününü ahirette devşireceğini idrak eder. Dünyada rahat bir hayat yaşayan, dünyasını mâmur edene gelince o da elde ettiği bu hayatın bozulmasından endişe eder ve korkuya kapılır. Böyle kimseler makamlarını kaybetme korkusuyla toplumda olan bitene sessiz kalır, kınanmamak içinde korkularını kamufle edip başka mazeretlerin ardına gizlenirler. Birçoğu, olan bitene sessiz kalmalarını fıtratlarının selim olmasına ya da ahlaklarının buna müsaade etmeyişine bağlarlar, cesur davranıp doğruları net bir şekilde ortaya koyanları da yanlış yolda olmakla suçlarlar. Oysa bir insan yumuşak huylu olabilir ancak olaylar ve şartlar değiştiğinde alması gereken tavrı almıyor ve hâlâ hiçbir şey olmamış gibi sessiz kalıyorsa bu da bir çeşit korkaklıktır. Hz. Ebubekir Radıyallahu Anh, genel olarak mülayim bir kişi olarak bilinir ancak herkesin tereddüt geçirdiği anda o bir Sıddık’tır. Hz. Ömer’in bile savaşmakta tereddüt ettiği, zekât vermeseler de bunlar namaz kılıyor dediği bir zamanda ‘namazla zekâtın arasını açmak isteyenlerle savaşırım’ diyecek kadar kararlı olabilmektedir.

GERÇEK TAKVA NEDİR?

Bazıları da mücadeleden kaçarak, rahatı ve kendince tehlikesiz olanı tercih ederek tembellik yaparlar. Bunlar da bu durumlarına bahane olarak bir kenara çekilerek zühd ve takva yaşamak istediklerini, nefis terbiyesiyle uğraştıklarını veya ailesinin nafakasını temin ettiklerini söylerler. Hâlbuki Müslümanların derdiyle dertlenen, onların problemlerine çözüm üreten ile evinde bir kenara çekilen aynı derecede olamazlar. Acaba gerçekten takva ve zühd içinde yaşama arzusu mu, yoksa tembelliğe kılıf mı?

Görüldüğü gibi Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in rahle-i tedrisatından geçmiş olan ilk nesil dünya ve ahiret dengesini olması gerektiği şekilde ayarlıyor, mazeretlerin arkasına saklanmak isteyenlere kapıları kapatmış oluyorlar. Dünyalık birçok meselede kardeşlerinin nefislerini kendi nefislerine tercih ediyorlardı ama söz konusu ahiret ve cennet olunca ise birbirleriyle yarışıyorlardı. Bedir savaşına gitmek için aralarında kura çeken Sa’d ile babası Hayseme Radıyallahu Anhuma arasında geçen konuşma buna ne güzel bir örnektir. Kura Sa’d’a çıktı. Baba oğluna yalvarmaya başladı: “Ne olur bugün beni kendine tercih et! Bırak gidip Bedir’de şehit olayım!” Sa’d özür dileyerek babasını reddetti: “Ey babacığım! Cennetten başka bir şey isteseydin, seve seve seni kendime tercih ederdim ama cennet konusunda bunu yapamam” Kuraya itiraz etmeyen baba, oğlunu Bedir’e yolcu etti. Bedir’de kahramanca savaşan Sa’d b. Hayseme, şehit olarak özlemine kavuştu.7

Dünya ve ahiret dengesini kurmakla ilgili bu kadarıyla iktifa edelim. Rabbim dengeli bir hayat yaşamayı, Sahabe-i Kiram’daki şehadet ve cennet arzusunu kalbimizde taşımayı bizlere de nasip etsin inşallah.

1.        Bakara, 143

2.        Bakara, 96

3.        Kasas, 77

4.        Şura, 20

5.        Bakara, 195

6.        Buhari, Cenâiz 71; Müslim, Fezâil 30

7.        M. Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s Sahabe, I.cilt, s.500.