Tefekkür

Her An Tefekkür!

Paylaş:

“Hüznün damarlarımda yaptığı yolculuğu izliyorum bir gelinciğin omuzlarında. Her şey silikleşiyor zihnimden. Bir tek Sen kalıyorsun. Uçurum kenarında elimden tutan Sen. Kalbimin ortasına tahtını kurduğum Sen. Ne güzel şey düşünmek Seni. Ne onurlu şey düşünmek Seni! Her an düşünmek Seni!”

Yıl 2013. Küçük bir çocuğum o zamanlar... Hayatın, dünyanın, davanın ne olduğunu anlamama daha birkaç yıl var. Başımda çocukluğun tatlı hülyalarıyla geziyorum yeryüzünde. Günlerden bir gün duvardaki panoya asılmış siyah beyaz bir gazete kupürü görüyorum. Özenle kesilmiş ve panoya asılmış ince uzun bir köşe yazısı. Yazının başlığı dikkatimi çekiyor. Hatırladığım kadarıyla şöyleydi: “Sınırlı bir bakış ile sonsuz bir kudret anlaşılamaz.” Üzerine çok düşünmüştüm o zamanlar. Sınırlı bir bakış neydi? Sonsuzluk neydi? Kudret neydi? Anlamak neydi? Küçük bir çocuğun bunları anlaması zordu elbette.

Bakışlarımızın sınırlılığını şimdi anlıyorum. Sınırlı olmasının da ötesinde gözlerimize dünya kaçmış ve görme yetimiz olabildiğince azalmış. Gözümüzün önünü göremiyoruz. Yürürken takılıyoruz, sağa-sola çarpıyoruz. Göremiyoruz çünkü gözlerimize dünya kaçtı.

‘Bakıyorum ama göremiyorum’ serzenişleri aslında bakılan ve görmek istenilen şeyin farkında olmamaktan kaynaklanıyor. Sonsuz ilim, sonsuz kudret, kâinatın yegâne sahibi, her şeyi gören ve işiten, kelimelerin anlatmakta kifayetsiz kaldığı bir zatı; sınırlı, bozuk, önü kapalı bakışlarımızla hem de iki günde(!) anlayabileceğimizi zannetmek nasıl bir bedbahtlıktır. Bu, dünyayı yürüyerek bir haftada gezeceğim demeye benziyor. Böyle birisi iki-üç gün sonra yorulacak ve ‘bitmiyor bu yollar’ deyip gezmeyi bırakacaktır. Peki asıl problem nedir? Dünya mıdır, dünyanın büyüklüğü müdür? Elbette hayır. Asıl problem, yola çıkan gezginin beklentisi ve yanlış bilgisidir. Dünya bir haftada hele de yürüyerek gezilemez, bunu herkes bilir.

Anlamaktan kasıt nedir? İdrak etmek, özümsemek, O’nun ile düşünmek, O’nun ile yürümek, O’nun ile konuşmak, O’nun ile bakmak, baktığın her yerde O’nu görmek. “Bakışlarıma gizledim seni” diyor ya adam. Bakışımda sen varsın zaten, baktığım bir yerde seni görmemem mümkün değil.

Tefekkür sınırlandırılamaz. Çünkü tefekkür ile ulaşılmak istenen sonsuz bir kudreti idraktir. Hedef sonsuz ise çaba da sonsuz olmalıdır. Peki insanın sonsuz bir çaba göstermesi mümkün mü? Değil elbette. Bize düşen tefekkür, tefekkür ve tefekkür… Sonrasında herkes nasibine göre bir şeyler anlayacak. Nasibine, kalbine, aklına göre. Herkesin aynı şeyleri anlamasını bekleyemeyiz. Herkesin heybesinin büyüklüğü farklı farklı... Herkes kendi heybesine sığacak kadarını alacak.

Mutasavvıflar hal ve makamı birbirinden ayırırlar. Hal geçicidir makam ise kalıcıdır. İşte bu ayrıma göre tefekkürü bir makam olarak değerlendirmek gerekir. Ehl-i tefekkür! Tefekkür erbabı! Baktığı her şeye hikmet nazarıyla bakan! Baktığı her şeyden bir şey çıkaran adam! O tefekkür etmiyor, tefekkür onun hayatı olmuş!

Şu müthiş ayeti hatırlayalım: “Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (ve şöyle derler:) “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru!”1

Ayeti okuduktan sonra gün içindeki hallerimizi bir düşünelim: Ya oturuyoruz; ofiste bir iş yapıyoruz, çay içiyoruz, yemek yiyoruz. Ya ayaktayız; yürüyoruz, bir yere gidiyoruz, spor yapıyoruz. Ya yatıyoruz; dinleniyoruz, uyuyoruz. Bunlardan başka gün içinde bir halimiz var mı? Gün içindeki hallerimizin de ötesinde ömrümüz boyunca bu üç halden başka bir halimiz var mı? Ne yaparsak yapalım, önemli-önemsiz her işimizde ayaktayız, oturuyoruz veya yatıyoruz. İfadenin gücüne ve büyüklüğüne hayran kalmamak elde değil! Gün içindeki faaliyetlerimizi ve hatta tüm hayatımızı özetleyen üç kelime. Ve bu üç kelimeden sonra gelen fiile bakalım: Allah’ı anarlar! O’nu zikredeler veya düşünürler. Zikri veya tefekkürü sınırlandırmazlar. Gün içinde veya hayatları boyunca yaptıkları her şeyde O vardır. Ve bu imkânsız değildir, tüm kapitalist hayat tarzına rağmen!

Bakışlarımızda Allah olursa baktığımız her şeyde O’nu hatırlarız. Bakışlarımıza saklayalım o halde. En kıymetlimizi saklar gibi. Bir aşığın sevdiğini sürekli hatırlaması gibi. Susamış birinin her yerde su araması gibi. Her anımız Allah ile dolu olur böylece.

Baktıkça yükseliriz, yükseldikçe bakarız. Ta ki “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Seni tenzih ve takdis ederiz” hakikatine ulaşana kadar. Tüm benliğimizle haykırırız o zaman “Rabbim, Sen bunu boş yere yaratmadın.” Beni de boş yere yaratmadın. Benim bir vazifem var. Hayatımı uğruna adamamı istediğin bir görevim var. Tüm imkânlarımı yoluna sermemi istediğin bir davam var. İşte bu anlamaktır! Bundan gayrısı oyalanmaktır.

Hedefi 12’den vurmamızı sağlar tefekkür. Yakalanacak bir hakikat varsa işte budur! Boş yere yaratılmamak. Zevk-sefa sürmek veya oyalanmak için yaratılmamak! Büyük bir vazifeyi omuzlarında taşımak için yaratılmak! Halifelik! Yeryüzünde Rabbinin medeniyeti için uğraşmak. Allah düşmanlarına karşı savaşmak. İslam’ın hâkimiyeti için mücadele etmek.

İşte ayetin son kısmına geliyoruz: “Bizi cehennem azabından koru!” Bir dua öğretiyor Rabbimiz bizlere. Ama önemli olan ayetteki sıralama. Önce tefekkür, ardından tefekkürün sonucu olarak “boş yere yaratılmamak ve vazife şuuruna bürünmek” sonrasında ise cehennem azabından azad olmayı istemek.

Rabbim, bizlere vazife şuuru nasip eyle! Cehennem azabından azad eyle!

  1. Al-i İmran, 191