Biyografi

İbn Haldun’un Hayatı ve Mukaddime’ye Dair -1

Paylaş:

                İbn Haldun adıyla meşhur olan Mukaddime müellifi Abdurrahman b. Muhammed 27 Mayıs 1332’de Tunus’ta dünyaya geldi. İbn Haldun’un ismine bir de Malikî kelimesi eklenir ve bu onun İmam Malik’in mez­hebine mensup olduğunu gösterir.15 Mart 1406’da Kahire’de 74 yaşın­da vefat eden İbn Haldun’un hayatı birkaç safhada incelenebilir.

                Birinci Safha: Yetişmesi, talebeliği ve tahsil dönemidir. Bu dönem doğumundan 1351 senesinin sonuna kadar devam eder. İbn Haldun takriben yirmi sene tutan ömrünün bu kısmını, doğum yeri olan Tunus’ta geçirmiş, on beş sene kadar Kur’an ezberlemek, kıraat öğrenmek ve ilim tahsil etmekle meşgul olmuştur.

                İkinci Safha: Siyasî ve idarî işlerle meşgul olduğu dönemdir. Bu dönem 1351 senesinin sonundan başlar, 25 sene devam eder. İbn Haldun bu süre içinde Tunus, Cezayir, Fas ve Endülüs arasında do­laşmış, vaktinin büyük bir kısmını siyasî işlere ve idarî görevlere ayırmıştır.

                Üçüncü Safha: Telifle meşgul olduğu dönemdir. Bu süre 1375 senesinin sonundan 1383 senesinin sonuna kadar devam eder. İbn Haldun sekiz senelik bu sürenin ilk yarısını İbn Selâme kalesinde, son yarısını ise Tunus’ta geçirmiştir. Yedi cilt olarak yayımlanan el-İber adlı kitap, bu dönemin mahsulüdür. Bugün Mukaddime olarak bilinen eser el-İber’in giriş kısmını teşkil et­mektedir.

                Dördüncü Safha: Kadılık ve müderrislik dönemidir. 1383 senesinden 1406 senesine kadar devam eder. On dört senelik bu zamanı İbn Haldun Mısır’da geçirmiş, bu süre içinde hacca gitmiş, Kudüs’ü ziyaret etmiş, Şam’da Timur’la görüşmüştür.

                İbn Haldun’un Çağında İslam Alemi: İbn Haldun, İslam Medeniyeti’nin duraklamaya, gerilemeye, zayıflama­ya daha sonra da yıkılmaya yüz tuttuğu, buna karşı Avrupa medeniyetinin canlanmaya ve kuvvetlenmeye başladığı 14. asırda yaşamıştır. İslam fikir ve ilim semasında parlayan son yıldız İbn Haldun olmuştur. Bu tarihten sonra da değer­li alimler ve önemli düşünürler yetişmiş olmakla beraber artık şark ufkunda böyle parlak yıldızlar görülmeyecektir.

                İbn Haldun tahsil çağına gelince, İslam memleket­lerindeki eğitim usulüne uyarak Kur’an ezberleme­ye ve onu tecvit üzere okumaya başladı. O çağlarda mescitler ve camiler mektep ve medrese olarak da kullanılmakta idi. Hocaların, hafızların ve kıraat alimlerinin önünde Kur’an ezberlenir ve tecvit üzere okunurdu. İbn Haldun’un ailesi, ilim ve irfana yabancı değildi, babası devrin büyük hocalarındandı. Onun için İbn Haldun’un ilk hocası babası olmuştur. O asırda Tunus Mağrib’deki alimlerin ve ediplerin mer­kezi, Endülüs’ü terk etmek zorunda kalan ule­manın konakladıkları bir yer idi. İbn Haldun’un üstatlarını bunlar teşkil ediyorlardı. Kur’an ve kıraat ilmini bunlardan okumuş, tefsir, hadis ve Malikî fıkhı gibi şer’i ilimleri bunlardan tahsil etmişti. Lügat, sarf nahiv, belagat ve edebiyat gibi lisanla ilgili bilgileri de buradaki söz ko­nusu hocalardan öğrenmişti. İbn Haldun, bu ilimlerden sonra mantık, felsefe, riyazi ve tabiî ilimleri de tahsil etmiş, bu ilimlerde hocaları­nın takdirlerini kazanacak derecede muvaffak olmuş ve kendilerinden icazetnameler almayı hak etmişti.

                İbn Haldun on sekiz yaşına girince, onu ilim tahsilinden uzaklaştıran ve hayatı boyunca üzerinde etkili olan iki önemli hadise meydana geldi:

                Birinci hadise, 1348’de Doğu ve Batı İslam dünyasındaki veba hastalığıdır. Bu salgın has­talık İtalya, Endülüs ve birçok Avrupa mem­leketlerine de sıçramıştı. İbn Haldun’un “ocak söndüren” diye bahsettiği ve büyük afet olarak tavsif ettiği veba, onun sevgili annesini, baba­sını ve kendilerinden ders aldığı hocalarını alıp götürmüştü. İbn Haldun bu elim hadiseden bahsederken şöyle der: “Durmadan sonsuz bir arzu ile ilim tahsil etmek ve faziletler edinmek için didiniyor, ilim öğretilen yerlere ve ders halkaları­na gidip geliyordum. ‘Ocak söndüren’ veba çıkana kadar hayatım böyle devam etti. Veba sebebi ile ayan, eşraf ve bütün üstatlar dünyadan göçüp git­ti. Anam babam da vefat etti. Allah hepsine rahmet etsin.”

                İkinci hadise de şu idi: Vebadan kurtulan alimler ve edipler 1349 senesinde Meriniler ha­nedanlığının sahibi Ebu Hasan ile beraber Tu­nus’tan Mağrib’e hareket etmişlerdi.

                Bu iki hadise İbn Haldun’un son derece canı­nı sıkmıştı. Artık tahsiline devam etme gücünü kendinde bulamamıştı. Zira bir taraftan gönlü daralmış, diğer taraftan ulemanın bir kısmı kı­randa telef olmuş, diğer kısmı da hicret etmişti. Belki derse devam etme fırsatını ele geçiririm, ulemasından istifade ederim düşüncesiyle o da Mağrib’e gitmeye heveslendiyse de ağabeyi Muhammed onu bu teşebbüsünden vazgeçirdi. Bahsedilen hadiseler İbn Haldun’un Tunus’ta derse ve tahsile devam etme imkânlarını zorlaş­tırdı. Daha önce babasının yaptığı ve kendisinin niyet ettiği gibi kendini ilme verme imkânını ortadan kaldırdı. Onun için kamu hizmetinde bir görev alma, siyasi işlere iştirak etme, aile­sinden gelen ilk cedlerinin yolunu tutma mak­sadıyla uygun bir fırsat kollamaya başladı. İdari hizmetlere ve siyasi faaliyetlere atıldı.

                İbn Haldun, İbn Selâme kalesine yerleşti­ği zaman 45 yaşında idi. Fikirleri olgunlaşmış, görüşleri istikrar kazanmış, bilgileri sıhhat bulmuş, tecrübeler kazanmış, müşahedeleri intizama girmişti. Kitabu’l-iber diye meşhur olan tarih kitabını yazmaya başladı. Mukaddi­me adıyla bu kitaba bir giriş yazmayı düşündü. Mukaddime’de tarihi ve ictimai hadiselere yön veren esasları tespit etmeye, beşerî vakalar ara­sında müşterek olan kaide ve kanunları tayin etmeye, devlet ve medeniyetlerin kuruluş, ge­lişme, yükselme, duraklama, gerileme ve yıkıl­masına tesir eden amilleri keşf ve teşhis etmeye çalıştı. Bu suretle bütün tarihi ve ictimai hadise­leri birbirinden kopuk halkalar olmaktan kur­tararak, bir zincirin birbirine bağlı halkaları halinde ortaya koymaya gayret etti. Bütün be­şerî ve medeni müesseselerin yapısını ve çalış­ma tarzını, ilmi bir anlayışla inceledi. Böylece bütün tarihi, ictimai ve medeni hadise ve mü­esseseleri nazari ve mücerret planda en ciddi bir şekilde ele aldı, hayale ve keyfi yorumlara eserinde yer vermedi. Nazariyeyi ameli, fiili ve tatbiki hayatın içinden çıkardığından, nazariye ile ameli arasında bir mutabakat kurabildi, ger­çekçi bir ahenk vücuda getirdi.1

 

  1. Dergâh Yayınları, Mukaddime, İbn Haldun; çeviri, Süleyman Uluğ, syf. 15-54