Fıkıh

İslam Fıkhı’nın Kaynakları-4

Paylaş:

 

Yüce Rabbimize hamd, her alanda önderimiz olan Rasûlü’ne salât ve selam olsun.

Yine Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi, ümmetimizin kurtuluşu için mücadele eden tüm kardeşlerimizin üzerine olsun.

Hayatımıza yön vermek ve bizleri Rabbimizin istediği bir hayat seviyesine yükseltmek için gönderilmiş olan Kur’an-ı Kerîm, Allah Rasûlü’nün uygulamalarıyla hayat bulmuş ve O’nun asrında yaşayan ya da daha sonra gelen âlimler tarafından her açıdan incelenmek suretiyle her detayı anlaşılmış, hayata geçirilmiştir.

Bu durum daha sonra gelecek olan ümmet için elbette ki rahmettir. Henüz Allah Rasûlü’nün atmosferinden çıkmamış ve Efendimizin yaşam şekli berrak bir şekilde hafızalarında olan bir nesil tarafından Kur’an ve sünnet enine boyuna incelenmeye devam edilmiştir. Bu şekilde teferruata dair bazı meselelerde aslen kapalı olmayan fakat bizim anlayıp yaşayabilmemiz zor olacak kısımlar, hassaten sahabe âlimleri tarafından özenle incelenmiş ve en önemli kısımları üzerinde görüş birliği oluşturularak neticeye ulaştırılmıştır. Bu titiz çalışmanın kıymetini ümmet iyi bilmelidir.

İcma’ İslam fıkhının Kur’ân ve sünnetten sonra gelen üçüncü kaynağıdır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bazı konuların hükmü icma’ ile belirlenmiştir.

İcmâ’ lügatte; “bir şeye azmetmek ve karar vermek” demektir. “İttifak etmek” de icmâ’ın manalarındandır.

Usulcülerin ıstılahında ise icmâ’; “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in vefatından sonra, asırların birinde, bir şer’î hüküm hakkında İslâm müctehidlerinin ittifakıdır.”1

Bu tarif icma’nın ne olduğunu tüm yönleri ile göstermektedir. Şöyle ki; bu tarife göre öncelikle icma’ edenlerin müctehid olmaları icap eder ve bu durumda müctehid olmayanların ittifakı muteber sayılmaz. Müctehid; ictihad yapan kişidir ki ictihad; “herhangi bir işi yapmak için olanca gayreti harcamak” demektir. İslam’ın hükümlerini anlamak için olanca gücünü sarf eden kişiye de müctehid denir. Bu konuda gayret sarf eden kişiye müctehid denilebilmesi için gayretin yanı sıra, onda bir takım şartların da bulunması gereklidir. Kur’an’ın dili olan Arapçayı bilmek, Kur’an ilmine sahip olmak, özellikle de Kur’an’ın hüküm bildiren âyetlerinin manalarına tam olarak vakıf olmak, hüküm içeren bütün hadisleri okumuş ve kavramış olmak, tüm hükümlerin amaçlarını iyi bilmek, fıtrî olarak doğru bir anlayış ve iyi bir takdir gücüne sahip olmak gibi şartlar müctehidde bulunmalıdır. Ayrıca müctehid; iyi niyetli, sağlam itikad sahibi ve doğruyu gördüğünde hemen teslim olabilecek şekilde ihlâslı olmalıdır. Müctehidlerin en büyüklerinden olan İmam-ı Âzam Ebu Hanîfe, bir konuda ictihad yaptığında: “Bu, bizim ulaştığımız en iyi neticedir; kim bundan daha iyisine ulaşırsa ona uysun!” derdi.

Müctehidlerin ittifakının farzlık, haramlık, mendupluk ve benzerleri gibi şer’î hükümler hakkında olması şarttır. Tıbba, matematiğe yahut dil bilgisine ait, şer’î olmayan bir meseleye dâir icmâ’ların (yani ittifakların) hiçbirisi, konumuz olan şer’î icmâ değildir. Ayrıca fıkhî ilimler dışında tıp, teknik v.s. gibi diğer bir ilim ya da fen sahasında âlim olup cehd-u ğayret sarfedenler müctehid sayılmazlar ve bu alandaki görüşlerine itibar edilmez.

Tarifte geçen “Müctehidlerin ittifakından” maksad, o asırdaki bütün müctehidlerin ittifakıdır. Hakikî icma’nın gerçekleşebilmesi için o esnada yaşayan bir tek müctehidin bile muhalefet etmemesi gerekir. Eğer müctehidlerin birçoğu ittifak ettiği halde, bir tanesi muhalefet ederek o görüşe katılmamışsa o konuda icma’ gerçekleşmiş sayılmaz. Çoğunluğun görüşünün birleşmiş olması doğrunun o olduğunu gösterse de kat’i bir delil teşkil edemez.

Müctehidlerin müslüman olmaları da şarttır. Çünkü icmâ’ın hüccet oluşuna delalet eden deliller, icma’ edenlerin İslâm milletinden olmalarının icap ettiğini göstermektedir. Çünkü icmâ’nın mevzuu İslâm inancına (akideye) dayanan yahut akideyle alâkalı olan yahut akideden doğan şer’î hususlardır.

Bu vasıflara sahip olmayanların birleşmesinin kıymeti olmadığı gibi tüm insanların, müctehidlerin icma’ ettiği bir hükme muhalefet etmeleri de caiz olmaz. Hatta bir asırda bir mesele üzerinde icma’ gerçekleşmişse ondan sonraki asırlarda yaşayan müctehidlerin dahi o icma’ya muhalefet etme hakları yoktur. Bu sebeple müctehid olmanın şartlarından birisi de; kendinden önce hakkında icma’ gerçekleşmiş olan meseleleri bilmektir. Tâ ki ona muhalif bir görüş ortaya atmasın!

Bunun için zamanın müctehidleri ne zaman bir hadisenin hükmü hakkında ittifak ederlerse icmâ’ hâsıl olmuştur; bu icmâ’a uymak lazımdır. Sonradan bazısının görüşünden dönmesi yahut farklı görüşe sahip diğer bir müctehidin ortaya çıkması icmâ’yı bozmaz.

Böyle bir icma’nın bağlayıcı olduğu konusunda tüm âlimlerin ittifakı vardır. İcmâ’ müslümanın (kendisine uyması) mecburi olan kesin bir hüccettir (delildir). Birçok âlim icmâ’nın bağlayıcı delil olduğu hususunda birçok delil getirmişlerdir.

Bunlardan en birinci sırada olanı Yüce Allah’ın: “Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygambere muhalefet eder, mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse onu döndüğü o yolda bırakırız. (Ahirette de) kendisini cehenneme koyarız. O, ne kötü bir yerdir”2 ayetidir. Bu ayette Allah Azze ve Celle mü’minlerin (gittiği) yola muhalefette bulunmaya ceza vadederek, mü’minlerin yolunu, takip edilmesi icap eden hakk yol, diğer yolu ise terk edilmesi icap eden batıl olarak bildirmiştir. O halde mü’minlerin ittifak ettikleri husus, kat’î olarak onların yolu olur ki kat’î olarak o hakk olur ve mutlaka ona uymak icap eder. İcmâ’nın manası da bundan başka bir şey değildir.

Ayette; Allah’ın Rasûlü’ne uymak gibi, mü’minlerin yoluna uymak da açıkça istenmektedir. Rasûlullah’dan kesin delil gelen hususlarda Rasûlullah’a karşı çıkmakla mü’minlerin yolundan gitmemek aynı şeydir. Mü’minler ittifak ve icma’ ile bir yol tuttukları zaman, bazı kimseler mü’minlerin tuttuğu bu yola karşı çıktıkları halde Rasûlullah’a doğrudan doğruya karşı çıkma ve muhalefet etme mevkiinde bulunmadıklarını iddia etseler de ayet; mü’minler yolundan gitmemenin Rasûlullah’a karşı çıkmak demek olduğunu açıkça anlatmıştır.3 Hatta İslam âlimleri, icma’ seviyesinde olmasa dahi eğer bir konuda birleşmişlerse buna da uymak icap eder ve o yoldan ayrılmak mü’minlerin yolunu yani cemaatini terk sayılır ve ayetin işaretiyle kişiyi cehenneme sevk eden bir günah olarak yazılır.

İslâm milletinin bir iş hakkında görüş birliğinde bulunduklarında hata işlemeyeceğine delalet eden birçok hadisin varlığı da icma’nın delillerindendir. Rasûlullah’ın: “Ümmetim dalâlet (sapıklık) üzere birleşmez” hadisi bunlardandır. Bunlar gibi hadisler İslâm ümmetinin ittifak ettikleri hususun kat’iyyetle doğru ve hakk olduğunu ifade etmektedir. Ümmetin bir konuda birleşmesinden maksat elbette ki ümmetin müctehidlerinin, âlimlerinin birleşmesidir. Müctehid olmayanlar sayıca daha çok olsalar da dinin önde gelen âlimlerine, müctehidlere tâbidirler.

Ayrıca icma’ya uymanın gerekliliğinin bir delili de müctehidlerin ictihadının mutlaka bir şer’î dayanağı olması gerekliliğidir. Bazan icmâ’ın dayandığı sened zannî olabilir yani kendisinde bir zayıflık bulunabilir. Meselâ; fakihler birbirine mahrem olan iki kadının bir nikâh altında birleştirilemeyeceği hakkında icmâ’ etmişlerdir. Fakat bu icmâ’ın senedi olan “kadın halası ve teyzesi üzerine nikâhlanamaz”4 hadisi mütevatir değildir. Âlimlerin bu konuda ki icma’ı, hükmü kat’ileştirmiştir. Dolayısıyla icma’nın mutlaka Kur’an ve sünnetten bir dayanağı olmalıdır. Çünkü keyif, hevâ ve hevese göre bir görüş ortaya atılamaz. Böyle bir konuda ictihâd yapılamaz. İctihâd, keyfîliğe meydan vermeyen sabit metodlar, muayyen kaideler ve sınırlanmış usullere göre olur.5

İcma’ öncelikle sahabe asrında şekillenmeye başladı. Sahâbîler, karşılaştıkları yeni meseleler üzerinde ictihad yaparlardı. Hz. Ömer onları bir araya toplar, kendileriyle istişare ve fikir alış-verişinde bulunurdu.  Sahâbîler bir mesele üzerine icmâ’  ederlerse devlet işlerini ona göre yürütürdü. İhtilafa düşerlerse, meseleyi araştırmaya koyulurlar ve aralarındaki fâkihlerin icmâ’ ettiği bir neticeye varılırsa, bu da ittifakla kabul edilirdi. Bu netice elbette ferdî görüşlerden kuvvetli olurdu. Onlardan sonra gelen nesil ise ictihad yaparken, kendinden öncekilerin ve memleketindeki fâkihlerin görüşlerine aykırı bir şey söylememek için dikkat eder ve böylece düşüncesinde yalnız kalmak istemezdi. Meselâ; Ebu Hanîfe, kendisinden önce yaşamış olan Kûfe bilginlerinin icmâ’ ettikleri hususlara uymak için çok titizlik gösterirdi. Hatta fâkihler sahâbîlerin ihtilaf ettiği hususlarda bile tamamen onların görüşleri dışına çıkmamak için çaba gösterirler ve mutlaka birinden birine uymaya çalışırlardı.

Hataya sürükleyen gaflet bazı müctehidlerde bulunabilir, fakat müctehidlerin hepsinde birden bulunması mümkün değildir. İmam Şafiî, bu hususta da şöyle der: “Gaflet, ancak ayrılıkta olabilir; cemaatin hepsinin birden Kitap, Sünnet ve Kıyas’ın mânâsı üzerinde gaflete düşmesi, inşallah mümkün olmaz.”

İcma’ya uymak konusunda tüm âlimlerimizin ittifakı vardır fakat bahsettiğimiz konulardan da anlaşılacağı üzere tüm şartlarına haiz böyle bir icma’ın gerçekleşmesi oldukça zordur. Bazı bilginlere göre, bir asırda müctehidlerin herhangi bir hüküm üzerinde birleşmesi imkânsızdır; çünkü müctehidler memleketin her tarafına dağılmış, böylece herhangi bir konuda anlaşmaları imkânsızlaşmış, bu kadar uzak ülkelerdeki insanların ittifak etmeleri imkân dışına çıkmıştır.

Sonra icma’ya katılan veya muhalefet eden müctehidlerin gerçekten ictihad makamında olup olmadığının tayini hiç de kolay değildir. Bu imkânsızlık sadece sahabe asrı için geçerli olmayabilir çünkü onlar, diğer memleketlere tamamen dağılmamışlardı ve o devirde icmâ’ mümkündü. Buna göre “kat’i delil olan icma’, sahâbîlerin icma’ıdır” denilebilir. Sahâbîlerin icma’ ettikleri meseleler sayılamayacak kadar çoktur. Tabiîler devrinde icma’ mümkün ise de vâki olmamıştır. Onlardan sonra gelen her hangi bir asırda da icma’ asıl itibariyle mümkün görülmektedir. Ancak müctehid vasfına sahip âlimlerin bulunması ve aralarında icma’ gerçekleşebilmesinin mümkün olabileceği vasıtaların ya da imkânların olması gerekmektedir.

Ümmetimizin içinde bulunduğu zor durumdan kurtulması halinde elbette ki birçok konuda yeniden bir gelişme gerçekleşecektir.  Yeni neslimizden aydın-âlimlerimizin yetiştirilmesi ile Kur’an’ın tüm çağlara hitap eden ahkâmı çağımızı yeniden aydınlatacak, çözümsüz sorunlarımıza çare bulunacak ve ümmet yeniden kuvvetli bir yükselişe geçecektir inşaallah.

Ümmetimizin içinde bulunduğu bu zor durumdan bir an evvel kurtulup felaha ermesini Rabbimden niyaz ediyor, bir daha ki sayıda İslam Fıkhının Kaynaklarından 4. sırada olan Kıyas konusu ile devam etmek temennisiyle hepinizi Allah’a emanet ediyorum.

1.        A. Kerim Zeydan

2.        Nisa, 115

3.        Hak Dini Kur’an Dili, Nisa, 115

4.        Buhari, Nikâh: 27; Müslim, Nikâh: 37,39

5.        A. Kerim Zeydan