Fıkıh

İSLAM’DA DAVETİN HÜKMÜ VE HİKMETLERİ

Paylaş:

Yüce kitabı Kur’an-ı Kerim’de, kullarını selâmet yurduna davet eden Rabbimize hamd, hayatında her türlü davetin örneğini bizlere gösteren Resulullah (s.a.v.)’a salât ve selam olsun.

İslam’a davetin önemini anlamak için Allah Rasulü (s.a.v.)’nün hayatına bakmamız kâfi olsa gerek. Efendimiz; içinde bulunduğu toplumda zulüm, ahlaksızlık ve rayında gitmeyen işler olduğunu görüyordu. Ne zaman ki uyarma görevi (ve yöntemi) kendisine verildi, vefatına dek terk ettiği rahat hayatına bir daha dönmedi. Biz onun dilinde ve yaşantısında hayat bulan din ile hidayete erdik ve Resulullah (s.a.v.), bizlere miras olarak Kur’an, sünnet hazinesini ve kutsal davet vazifesini bıraktı. İslam’a davet; selâmete davettir, kurtuluşa davettir. İmana, hayırlı amellere, adaletli olmaya, günah ve zulme karşı direnişe, güzel ahlak ve merhamete, en nihayetinde ise cennete davettir.

Allah (c.c.), insana takvasını da fucûrunu da ilham etmiştir. Buna rağmen toplumda yaygınlaştırmak istediği emri bil maruf-nehyi anil münker (iyiliği emretme-kötülükten sakındırma) görevi ile kullarının daima günaha meyletme zafiyetini koruma altına almaktadır. Müslümanlarda ahlak haline getirilmeye çalışılan bu emir, sosyal hayatın emniyet subabı gibidir.

Aynı zamanda, tökezleyenin elinden tutma, düşeni kaldırma mekanizması da denilebilir. Taşlı, çukurlu bir yolda ilerleyen bu topluluğun her ferdinde bu mes’uliyet duygusu oluşmalıdır. Ta ki kimse geride kalıp şeytana yem olmasın!

Buna göre ferdin sadece kendini ıslah etmesi ve nefsi ile meşgul olması yeterli değildir. Kişi aynı zamanda cemiyetin ıslahı ile de mükelleftir. Zira fert, cemiyetin te’sirindedir. Müslüman’ın yaşadığı cemiyet, İslamî bir cemiyet olmadıkça Müslüman şahsın kendi hayatını bu şekle sokması mümkün değildir. İslamî olmayan bir toplumda, Müslüman’dan İslam’ ı tam yaşaması istenilemez. Bu bakımdan fert, davetle mükelleftir.1

Peki bu yükümlülük istisnasız her fert için midir? Yüce Rabbimiz Kitab’ında: “İçinizden hayra çağıran bir topluluk bulunsun.2 ayeti ile bütün Müslümanları böyle bir topluluk oluşturmakla mükellef kılmıştır. İslam’a davet; ilim ve tecrübe sahibi olmayı gerektiren hassas bir meslektir. Yeterli donanıma sahip olmayanların bu vazifeyi yapması zarara dahi yol açabileceğinden, Rabbimiz Teâla bu görev için ihtisas sahibi bir zümrenin olması gerekliliğine dikkat çekmektedir. Bu ayete göre emri bil maruf-nehyi anil münker görevi farz-ı kifaye hükmündedir. Yani bütün toplum bu görevle mükellef tutulmakla birlikte içlerinden bir kısmının yapmasıyla diğerlerinden sakıt olan bir farzdır. Toplumda çok önemli bir yeri olan bu vazifeyi tek tek bütün fertlerin üstlenmeye gücü yetmeyecektir. Çünkü herkesin kabiliyetleri ve iş yapma güçleri farklıdır. Bu açıdan farz-ı kifaye toplum açısından bir görev dağılımı gibidir ki, herkes yapabileceğinin en güzelini yapsın.

Şatıbî, el-Muvafakat’ında farz-ı kifayeyi şöyle açıklamıştır: “Bu farzların yerine getirilmesiyle umumî maslahat sağlanmış olur. Bunları yerine getirme görevi ise, bütün fertlere ait bir iştir. Kimisi doğrudan doğruya bunları yapmaya muktedirdir; diğerleri de, kendileri bunları yapmaya muktedir değilse muktedir olanları iş başına getirmekle mükelleftirler.3 Bu durum da davetin herkesi kapsayacak kadar şümullü olarak farz olmaması da bir rahmettir. Bizzat davete gücü yetmeyenler, davetçilere yardım etmekle bu konudaki yükümlülüklerini yerine getirmiş olurlar.

Bu sayede millet, farz-ı kifaye olan her işi, ortaklaşa bir gayretle yürüttüğü için gelişir. Onu yürüten şahıs bir noktada duraklarsa, demek ki toplumun yardımına ihtiyaç duymaktadır. Yardım edilerek gücü arttırılırsa farz-ı kifayelerdeki gayelerin sonuna varıncaya dek yoluna devam eder. O halde farz-ı kifaye, ne mutlak olarak toplumun ne de mutlak olarak ferdin vazifesidir. Böylece herkes üzerine düşeni yapmış olur. Bu ise “vacibin tamamlanmasını sağlayan şey vâcib’tir.” prensibinin bir icabıdır.4

Ayrıca bu topluluk, topluma kâfi miktarda olmalıdır. Muhatabımız kitlelerse, elbette küçük bir grup bu görevi yerine getirebilmek için yeterli olmayacaktır. Evet “içinizden bir topluluk” fakat yeterli sayıda bir topluluk… O halde, davetçi topluluğu yeterli sayıya ulaşıp şehrine, ülkesine, ümmetine kâfi gelinceye kadar bütün toplum davetçi olmak veya davetçi yetiştirmekle mükelleftir.

Bu ayetin delâleti ile uzman bir topluluğun varlığı farz-ı kifâye hükmünde ise de Kur’an-ı Kerîm’de birçok ayet genel manada iyiliği emir ve kötülükten sakındırma görevini ümmete şamil kılarak imana davet veya hükmü toplumda meşhur olan ya da yanlışlığı veya doğruluğu akılla ve tecrübe ile bilinen mevzularda her ferdi mes’ul tutmuştur. “Önce en yakınlarını uyar.”5Rabbinden sana indirileni tebliğ et.6 gibi ayetlerin sadece Peygamber Efendimize veya özel bir topluluğa mahsus olduğuna dair bir delil yoktur. Bunun gibi, birçok ayet ve hadislerde, her ferdin birbirini uyarması ve bu suretle toplumda hayırlı amellerin yaygınlaştırılıp günahların kınanması ve azaltılması istenmiştir. Buna göre yanlışlar ya da haksızlıklar karşısında doğruları savunmak daimî olarak vaciptir. Burada gücü yeten her Müslüman’ın müdahalesi vacip olur.

İslam’a davetin vacipliğini anlamamızı sağlayan başka bir unsur, ayet ve hadislerde bu görevi terk edenlerin acı azaba uğrayacaklarının bildirilmiş olmasıdır. Resulullah (s.a.v.): “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki ya iyiliği emreder kötülükten sakındırırsınız veya Allah’ın, taraf-ı ilahisinden bir azab göndermesi pek yakındır. Bu durumda O’na dua edersiniz de dualarınız kabul olunmaz.7 buyurmuştur.

Anne- babalar çocuklarının, hanımlar eşlerinin, erkekler ise hanımlarının davetçilik mesleğinden gurur duymalı, ailelerinin bir ferdinin böyle kutsal bir göreve seçilmesiyle nurlanıp şereflendiklerini unutmamalıdırlar. Göz açıp kapayıncaya kadar geçmekte olan dünya hayatında böyle kazançlı başka bir meslek görülmemiştir. Çünkü Allah Resulü: “Senin elinle bir insanın hidayete ermesi, üzerine güneş doğan her şeyden daha hayırlıdır.8 buyurmaktadır.

İlmiyle ve örnek yaşantısıyla görevini yerine getiren bir davetçinin dilinde davet; bazen gönülleri okşayan, serinleten bir meltem, bazen unutulmuş sünnetleri ihya eden, topluma taze tohumlar saçan, ölü ruhları dirilten bir esinti, bazen de kötü fikir ve hurafe uygulamaları kökünden söküp atan bir kasırgaya dönüşerek, rüzgârla ne kadar benzeşmektedir. Ve yine toplumun kirlenen miskin havasını dağıtan, canlandıran, monoton gidişatı hareketlendiren bir rüzgâr…

Davet bilenlerin bilmeyenlere öğretmesidir. Davet; unutanlara hatırlatmadır. Davet doğruların anlatılması ile hakkın güçlendirilmesi, mazlumun desteklenmesidir. Davet, mü’minlere cesaret verme, düşmana korku salmadır. “Allah yoluna davet, İslam dininin hayatıdır. Çünkü din, davetle gelişmekte ve davetle yaşamaktadır.9