Başyazı

Kur’an’ın Evrensel Çağrısı -1

Paylaş:

Hamd; gönderdiği evrensel mesaj ile her çağda kullarına hidayetin yollarını gösteren Allah Azze ve Celle’ye, Salat-u selam; sünneti ile yeryüzünde Kur’an’ın evrensel mesajını hâkim kılmanın yollarını gösteren Peygamberimize, Selam ise Kur’an’ın mesajını tüm insanlara ulaştırma gayreti içinde olan kardeşlerime olsun. Değerli kardeşlerim, “Kur’an’ın Evrensel Çağrısı” ana başlığı altında bu sayımızda “İnsanın Vahye İhtiyacı” alt başlığı üzerinde duracağız.

Öncelikle bilinmelidir ki: Yeryüzü hiçbir zaman bir tabiat hadisesi veya hayvanların saldırısı ya da buna benzer hadiselerle büyük bir fesada uğramamıştır. İnsanoğlu, Allah Azze ve Celle’nin gönderdiği vahyi ve vahye dayalı hayat nizamını terk ettiği gün yeryüzü fesada uğramaya başlamış ve insan yolunu kaybetmiştir. İnsan; Allah’ın dünyasında yaşadığı, O’nun verdiği vücudu kullandığı, Allah’ın verdiği havayla yaşadığı ve O’nun verdiği rızıklarla beslendiği halde özgür olmak ve nefsine göre yaşamak istemiş, böylelikle kimliğini kaybetmiştir. Vahyi terk eden insanoğlu kimliğini de kaybetmiş, nefsi arzularının peşinden gitmiş, kulluğunu unutmuş, haddini aşmaya ve ideolojiler meydana getirmeye başlamış, kimi kulluğunu unutarak ilahlaşmaya kalkışmış kimi de insanlık şerefini unutarak sahte ilahlara kul olmuştur. İnsan vahyi terk ettiği zaman nefsiyle, şeytanıyla ve insanlarla baş başa kalmış ne akıl ne bilim ne de insanlar, insana doğru yolu gösterememiştir. İnsanın arzuları, medeniyetleri kötü hale sokmuş ve medeniyet problemleri meydana getirmiştir.

İNSANLIK ÂLEMİNİN VAHYE OLAN İHTİYACI

İnsanoğlu tarih boyunca çoğunlukla Allah’ı hatta melekleri bile kabul etmiş; peygamberleri, kitapları ve ahireti ise inkâr etmiştir. Allah’ı kabul eden insan neden Allah’ın gönderdiği peygamberleri ve kitapları yani vahyi inkâr eder? Çünkü insan, Allah’ın zatını kabul etmekle hayatını değiştirmek zorunda kalmamakta ama ahireti, peygamberleri ve kitabı kabul ettiği takdirde hayatını değiştirmek zorunda kalacağını çok iyi bilmektedir. Kitap ve Peygamberin onlara birtakım şeyleri farz birtakım şeyleri haram kılacağını tahmin etmektedir. İşte bunu istemeyen ve nefislerine göre yaşamak isteyenler; ahireti, peygamberleri ve kitapları inkâr yolunu seçmişlerdir. Aslında bu durum bugün de devam etmektedir. Bunun bugünkü adı Deizmdir. Deistler, geçmişteki müşrikler gibi Allah’ın varlığını kabul edip Allah’ın peygamber ve kitap göndermediğine inanmakta, böylece vahye göre yaşamaktan kaçmakta ve nefislerine göre yaşamaktadırlar. Deizmin bir başka versiyonu olan Laiklik inancı da Allah’ı, peygamberi ve kitabı kabul etmesine rağmen onlar da “Din, devlete karışamaz” demek suretiyle vahiyden kaçmakta ve böylece devleti istedikleri gibi idare edebilmektedirler. Laiklik aslında idarecilerin dinden kurtulma stratejisidir. Laikler, Laiklik esası sayesinde dinden ve dinin hükümlerinden kaçabilmekte, tüm haramları serbest bırakabilmekte, devleti istedikleri gibi idare edebilmekte, gerektiğinde diktatörlük kurabilmekte ve istedikleri zulmü yapabilmektedirler. Hiç kimse de onlara “Bu yaptığınız haramdır” diyememektedir. Çünkü nasılsa devlet laiktir.

Deistler: “Allah, peygamber ve kitap göndermemiştir” diyerek; Laikler de: “Din, devlete karışamaz” diyerek Allah’ı ve vahyi hayatlarından çıkartmakta ve özgürleşmeye çalışmaktadırlar. Din dedikleri Allah’tır. İnsan, nasıl olur da Rabbine ve yaratıcısına “Sen, devlete karışamazsın” diyebilir? Allah’ı bile devlete karıştırmayanlar insanları karıştırmakta, Allah’a itaat etmek istemeyenler, insanlara itaat etmektedirler. “Din devlete karışamaz” diyenler, her şeyin sahibi olan, tüm kâinatın ve insanların yaratıcısı, idarecisi ve rızıklarını veren Allah’ın yetkisini sınırlamaya cüret etmiş olmaktadırlar. Bu, insanın haddini aşması ve tağut olmasıdır. İnsan kim oluyor da Allah’ın yetkisini sınırlamaya kalkışıyor? Peygamberi ve kitabı kabul ettiğini iddia eden laiklerle deistlerin pratikte farkları yoktur. Her ikisi de sonuçta vahye uymamakta, Allah’ın dünyasında başıboş olmak istemektedirler.

Gerçekte Ateizmin de Deizmin de sebebi Laikliktir. Topluma Laikliği kabul ettirebilmek ya da onları laik sistemle uyumlu bir hale getirebilmek toplumun bir kısmını ateist bir kısmını da deist yapmakla mümkün olabilirdi. Başka bir ifadeyle ancak ateistler ve deistler laik sistemi gönül hoşnutluğu ile kabul edebilirlerdi. Çünkü bir dine mensup olan ve o dini yaşamak isteyenlerin Laikliği gönül hoşnutluğu ile kabul etmesi mümkün olamazdı. O yüzden laik devletler, meydana getirdikleri eğitim sistemi ve hayat tarzı ile toplumun bir kısmını Ateizme bir kısmını da Deizme sevk etmişlerdir. Bu bilinçli uygulanan bir plandır. Ancak laik devletlerin idarecileri, bu durumdan çok memnun olmalarına rağmen toplumu aldatarak sanki Ateizmin ve Deizmin çoğalmasından rahatsızlarmış gibi konuşur ve bu duruma gelinmesinde laik sistemin bir tesiri ve payı yokmuş gibi göstermeye çalışırlar.

Laiklik; Ateizmin, Deizmin, Agnostisizmin (Tanrı'nın varlığı da yokluğu da ispat edilemez diyen felsefî görüş), Apateizmin (Tanrı'nın varlığını veya yokluğunu umursamayan felsefî görüş), günahların ve suçların çoğalmasının, insanın değeri düşük bir varlığa dönüşmesinin ve medeniyet sorunlarının çoğalmasının en büyük sorumlusudur. Dini toplumsal hayatın dışına atan ve kiliseye ya da camiye hapseden Laiklik, yukarıda zikredilen tüm felsefî görüşlerin doğmasına zemin hazırlamıştır. Hatta bu felsefî görüşlerin dışında Kapitalizm, Sosyalizm ve Faşizmin doğmasına da sebep olmuştur. Ancak bunlar şu anki konumuzun dışında olduğundan bu konulara girilmeyecektir.

Laiklik, bir kısım insanları Ateizme bir kısım insanları ise Deizme, bir kısım insanları Agnostisizme bir kısım insanları da Apateizme götürmüştür. Bütün bu izmler Laikliğin sonucudur. Laiklik ile dinden uzaklaştırılanların hepsi küfür olan farklı felsefî görüşlere sapmışlardır. Laik sistem, Allah’ı hayatın dışına çıkarınca bazı kimseler yaratıcıyı tümden inkâr etme yolunu yani Ateizmi seçerek Allah’ı hayatından tamamen çıkarmış, bazıları Allah’ı ispatlayan delilleri görmek istemeyerek Agnostik, bazıları “Boş ver! Allah’ı düşünme, keyfine bak!” diyerek ve Allah ile ilgili düşünmemeyi tercih ederek Apateist olmuş, bazıları da “Şu mükemmel kâinat ve bunca harika varlıklar kendi kendine olmuştur” deme cehaletine düşmemek için Deizm yolunu seçmiş, “Allah vardır ama peygamber ve kitap göndermemiştir” demek suretiyle hem kendilerini tamamen inançsız gibi göstermemiş hem de kafalarına göre yaşama özgürlüğünü elde etmek istemişlerdir. Ancak şu bir gerçektir ki bu özgürlük, onlara şerden başka bir şey getirmemiş, insanı insanlıktan çıkarmış, hayvanların yapmadığını yapacak hale gelmelerine sebep olmuştur. Allah’a ve O’nun gönderdiği vahye itaat etmekten kaçan insan; nefsine, şeytana ve insanlara itaat etmiş, yine özgür olamamıştır. Şu bir gerçektir ki en fazla özgürlük, Allah’a ve gönderdiği vahye teslim olmakla mümkündür. Çünkü Allah’a teslim olan; şeytana, nefse ve insanlara teslim olmaktan kurtulur ve böylece gerçek özgürlüğe kavuşur.

Aslında Deizm, Laiklikten daha az çelişkili ya da başka bir ifadeyle daha az yanlıştır. Çünkü laikler, peygamberi ve kitabı kabul ettiklerini söylemekte ama kitaba ve peygambere uymamakta hatta “Din devletimize karışamaz ve devlet idaresinde din referans alınamaz” demektedirler. Bu şekilde inandıklarını iddia ettikleri Allah’ı ve O’nun gönderdiği dini, adam yerine koymaz gibi davranmaktadırlar. Deistler ise kitabı ve peygamberi kabul etmemekte ve o sebeple uymamaktadırlar. Bu bakış, laiklerin bakışından daha tutarlıdır. Çünkü deistler peygambere ve kitaba inanmadıkları için uymamakta ve adeta “Allah’ın peygamber ve kitap gönderdiğine inansaydık, O’na uyardık” demek istemektedirler. Bu yönüyle Laiklik, Deizmden daha tutarsız ve daha büyük bir çelişki içindedir. Çünkü laikler hem kitabı ve peygamberi kabul ettiğini söylemekte hem de “Din, devlete karışamaz” diyerek büyük bir çelişkiye düşmektedirler. Oysa ki peygamberi ve kitabı kabul edenlerin ve dinin kıyamete kadar geçerli olduğunu itiraf edenlerin toplum ve devlet hayatlarında dine uyma zorunluluğunu da kabul etmeleri gerekmez miydi?

Ayrıca tarih boyunca Allah’ın varlığını kabul eden nice insanlar, başka varlıkları Allah’a ortak koşmuş, onları ilahlaştırmış, onlara ibadet etmiştir. İnsanoğlu neden hiçbir gücü ve kuvveti olmayan yıldızlar ve putlar gibi cansız varlıkları ilahlaştırmıştır? Çünkü onların kendisine karışmayacağını, kitap ve peygamber  göndermek  suretiyle hayatına müdahale etmeyeceğini, farzlar ve haramlar tayin etmeyeceğini, ölümünden sonra kendisini tekrar yaratıp hesap sormayacağını çok iyi bilmektedir. Yani insan istediği gibi yaşamak ve özgür olmak istemekte ve bunun için de kendisine karışmayacak, kendisine kitap ve peygamber göndermeyecek ilahlar üretmektedir.

Vahye göre yaşamaktan kaçanlar, vahye göre hayatın zor bir yaşam olacağını düşünmektedirler. Oysaki Allah, kulları için zorluk istemez, kolaylık ister. Kur’an-ı Kerim: “Allah sizin için kolaylık diler, size zorluk dilemez”1 buyurmaktadır. Aslında nefse göre yaşamak, insanın birçok belalara maruz kalmasına sebep olurken vahye göre yaşayan insan, bu belalardan korunmuş olur. Vahye göre yani Müslümanca yaşamak, nefse göre yaşamaktan, kâfirce veya fasıkça yaşamaktan daha kolaydır. İslam, hayatı zorlaştırmaz aksine kolaylaştırır. Müslümanca yaşamak, insanın onurunu muhafaza ederken nefse göre yaşamak insanın onurunu ayaklar altına almasına sebep olur.

Bütün bu gerçekler göz önünde dururken insanoğlu nefsine göre yaşayabilmek için yine de vahiyden kaçmak ister. Bu sebeple insanın vahye ihtiyacını ve bunun delillerinden bazılarını maddeler halinde anlatmak istiyorum:

  1. İnsan vahye muhtaçtır çünkü insana verilen akıl ve ilim, hidayet alanında doğruyu bulmasına yeterli değildir. Allah Azze ve Celle: “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı alaktan yarattı”2 buyurur. İnsanı alaktan, sperm ile yumurtanın birleşmesinden meydana gelen embriyodan yarattığını hatırlatarak insana haddini bildirmek ister. Sperm ve yumurta ise topraktan çıkan şeylerin yenmesi ile vücutta meydana gelmektedir. Dolayısıyla insan, gerçekte çamurdan yaratılmaktadır. Ancak insanoğlu bu gerçeği unuttuğunda haddini aşmaya ve eline güç geçtiğinde ‘benim dediğim olacak’ demeye başlamakta, firavunlaşmakta ve nemrutlaşmaktadır. Bu duruma gelen insan, kendini Allah Azze ve Celle’ye ihtiyaçsız gibi düşünmektedir. Kur’an-ı Kerim: “Hayır! Gerçekten insan kendini müstağni gördüğünden azar”3 buyurmaktadır. İnsanın kendini müstağni görmesi; çamurdan ve spermden yaratıldığını unutması, artık Allah’a, peygambere, Allah’tan gelecek olan bir mesaja ihtiyacı yokmuş gibi düşünmesidir. İnsanın kendini müstağni görmesi kendisine akıl, ilim ve kuvvet verilmesinden kaynaklanmaktadır. İnsan, bunların imtihan için verildiğini anlamamış ve imtihanı kaybetmiştir. Halbuki bunlar, insanı Allah’a muhtaç olmaktan kurtaracak şeyler değildir. Çok karışık bir varlık olan insanı ve ruhunu çözebilmek insan için mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim: “Sana ruhtan soruyorlar, de ki: ‘Ruh, Rabbimin işindendir. Size az ilim verilmiştir”4 buyurarak insanın ruh konusunda yeterli bilgiye sahip olamayacağını ifade etmektedir. Dolayısıyla insan ruhunun terbiye edilmesi, medenî ve kâmil bir varlığa dönüştürülmesi, Allah’ın halifesi olmaya layık hale getirilebilmesi ancak onu yaratandan gelen vahiyle mümkün olabilir.

Bazı batılı filozoflar: “Tanrı öldü. Onu biz öldürdük” dediler. Yani artık Tanrıya ve ondan gelecek bir mesaja ihtiyaçlarının olmadığını, bilimin kendilerine yol göstereceğini düşündüler ve bilimin dediği şekilde bir toplum meydana getirmeyi planladılar. Halbuki bilimin vazifesi, geliştirdiği icatlarla insanın hayatını kolaylaştırmaktır. İnsanı adam etmek değildir. Allah bilimde ilerlemeyi insana bırakmış ancak insan nefsinin terbiye edilmesini ve insanın adam edilmesini kendi üzerine almıştır. O yüzden Kur’an-ı Kerim: “Muhakkak ki doğru yola hidayet etmek bizim üzerimize vazifedir”5 buyurmaktadır. Çünkü insan, Allah’ın halifesi (vekili) ve temsilcisi olarak yaratılmıştır ve imtihandadır. Bu yüzden kendisine yol gösterilmesi gereklidir.

Aklın her meseleyi çözmesi mümkün değildir. İnsanoğlu birçok meseleyi dün anlayamamıştı, bugün de anlayamamaktadır, yarın da anlayamayacaktır. İnsan, madde alanında bile yüzde yüz isabet edemez ve kesin doğrulara ulaşamazken nasıl olur da mana aleminde, hidayet alanında kesin doğrulara ulaşabilir? Hangi beşerî görüş hangi felsefe hangi inanç doğru; hangi medeniyet hangi kanunlar insanın fıtratına uygun? İnsanın akıl ile bunu anlaması mümkün değildir. İnsanın önünde milyonlarca yol vardır. Tüm bu yolları akıl üretmiştir. Doğru bir tane olduğuna göre diğerlerinin tamamı yanlıştır. Demek ki akıl milyonlarca yanlış yol üretebilmektedir. Hangisi doğrudur, hangisi yaratılış amacına uygundur, hangisinin sonu iyidir, hangisinin sonu uçurumdur? Bunları bilmesi çoğu zaman mümkün olamamaktadır. Allah Azze ve Celle insanın vahye ihtiyacını bildiği için doğru yolu gösterme işini kendi üzerine almaktadır. Bu ise insanlık için büyük bir rahmettir.

Akıl, insana verilmiş olan manevi nurların ilkidir. İkincisi ise vahiydir. Akıl olmadan vahiyden istifade edilemeyeceği gibi vahiy olmadan da akıl bir işe yaramayacaktır. Çünkü akıl, tüm insanları ve tüm kâinatı kuşatamamakta ve geleceği de bilememektedir. Onun için tüm insanlara, tüm kâinata ve gelecek yıllara uygun esaslar ortaya koyamamaktadır. İşte bu sebeple tüm insanları, tüm varlıkları ve geleceği bilen Allah’tan gelecek olan bilgiye ve medeniyet esaslarına ihtiyaç vardır. Vahyi kabul etmeyen ya da kabul ettiği halde uymayan insan, o büyük ilim kaynağından kendini mahrum edecek, kendi kısır bilgisine mahkûm olacak ve yeryüzünü de insanı da fesada verecektir. Kur’an-ı Kerim: “Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın denildiği zaman, derler ki: ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ Dikkat edin! Onlar fesatçıların ta kendileridirler. Ancak farkında değildirler”6  buyurarak bu gerçeği ifade eder.

  1. Akıl birtakım meseleleri çözse, bazı gerçekleri keşfetse bile nefsin, şeytanın ve çevrenin baskısı altında kalmakta ve bunlara karşı koyamamaktadır. Dolayısıyla aklın dediği yapılmamaktadır. O halde insanın vahye ihtiyacı vardır. Bütün bu yer çekimlerine karşı koyabilmek ve yükselebilmek vahiy gibi sağlam bir kaynağa bağlanmakla mümkündür. Aksi halde insan bu üç yer çekiminden kurtulamaz. Vahye teslim olmayanlar; nefislerine, şeytanlara ve insanlara teslim olur ve insanlıklarını kaybederler. Kur’an-ı Kerim: “Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra aşağıların aşağısına çevirdik”7 buyurmaktadır. Başka bir ayette vahye uymayanların sonunda varacağı nokta anlatılırken: “Onlar, ancak hayvanlar gibidirler. Hatta yol bakımından daha şaşkın ve aşağıdırlar”8 buyurmaktadır. En güzel surette yaratılmış olan varlık, en aşağılık varlığa dönüşebilmektedir. Bugün öyle durumlar var ki insanların yaptığını hayvanlar yapmamaktadır. Allah’ın yarattığı hayvan, dişi yaratılmışlarsa dişi olarak, erkek yaratılmışlarsa erkek olarak hayatlarını sürdürmektedirler. İnsan ise erkek iken kadın, kadın iken erkek olmaya kalkışmaktadır. Hayvan ne kadar vahşi olursa olsun bir-iki insanı öldürür. İnsan ise milyonları öldürebilmektedir. Vahiyden uzaklaşan insan hayvandan daha aşağı olabilmektedir.

 “Tanrı öldü, onu biz öldürdük” diyenler, “Bilim bize yol gösterir” diyenler neden içki fabrikası kurmuşlardır? Oysaki akıl ve bilim içkinin kötü ve zararlı olduğunu söylemektedir. Akıl veya bilim mi onlara içki fabrikasını kurdurdu yoksa nefisleri mi? Akıl, faizin ekonomiye zarar verdiğini söylemekte, ekonomi uzmanları da faizin zararlarını anlatmaktadırlar. Peki neden buna rağmen faize izin verilmektedir? Akıl; erkekle kadının arasında bir sınır olması gerektiğini, kadının erkekleri tahrik etmeyecek şekilde giyinmesi gerektiğini, aksi halde şehvetin azacağını, zinalara yol açacağını, birçok kavgaların hatta cinayetlerin olacağını, insanlık onurunun ayaklar altına alınacağını ve insanın sadece şehvetini düşünen bir varlık durumuna geleceğini söylemektedir. Akıl bunu söylerken neden aklın dediği yapılmamaktadır? Esasında akıl, tüm haramları yanlış görmekte ancak insan; nefsine, şeytana ve çevresinde bulunan insanlara uymaktadır. Demek ki bunların tesiri altında olan akıl doğruyu bulamamakta ya da doğruya uyamamaktadır. O halde nefse, şeytana ve insanlara karşı koyabilmek için kutsal bir kaynağa ihtiyaç vardır. Kutsallığına inandığı o kaynak, kendisine bazı şeyleri farz bazı şeyleri de haram kılmalıdır. Aksi halde insan birçok meselede nefsine uyup yapması gerekeni yapamayacak, yapmaması gerekeni de yapacaktır.

“Akıl ve bilim bize yeter” diyenlerin meydana getirdiği toplumun ne halde olduğu, ahlak seviyesinin çok düştüğü, huzursuzluk ve mutsuzluğun yayıldığı, her türlü günah ve suçun çoğaldığı ve insanın insanlıktan uzaklaştığı ortadadır. Kendilerini Allah’a ihtiyaçsız görüp ‘biz kendimize yol çizeriz, medeniyetin esaslarını ortaya koyabiliriz, Allah’tan gelen mesaja ihtiyacımız yok’ diyenler öyle bir toplum meydana getirdiler ki o toplumda kullara kulluk yapılmaya, Allah’a değil kullara itaat edilmeye, nefsî arzulara tapılmaya başlandı. Böylece insanlık onur ve şerefi kaybedildi. Ahlak ve namus anlayışı çok zayıfladı, insanın şerefi ayaklar altına alındı, boşanmalar ve intiharlar arttı, haksızlık ve zulüm çoğaldı, anne babalar sokağa atılmaya başlandı, uyuşturucu ve alkol kullanımı yayıldı, hırsızlık, zina, cinayet ve terör gibi suçlar çoğaldıkça çoğaldı, hapishaneler dolup taştı.

  1. İnsana dünya hayatında verilen vazife, insana bir kitabın verilmesini ve bir kılavuzun gönderilmesini gerektirir. İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesi yani Allah’ın vekili ve temsilcisi olarak yaratılmış, yeryüzünde Allah’ın istediği medeniyeti gerçekleştirmekle vazifelendirilmiştir. Kur’an-ı Kerim: “Hani Rabbin meleklere: ‘Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim’ demişti”9 buyurmaktadır. Halife; Allah’ı yeryüzünde temsil eden, Allah’ın dünyasında O’nun istediği gibi bir toplum meydana getirmekle vazifeli olan varlıktır. Bu vazifenin yerine getirilebilmesi ise ancak Allah’ın insana vahiy göndermesi ve vazifesini öğretmesiyle mümkün olabilir. Her kitabın ve peygamberin gönderilmesi yeryüzünde vahye göre şekillenmiş bir insan modelinin, bir medeniyetin ve toplumun meydana getirilmesi içindir.
  2. İnsanın özgür olabilmesi ve ulaşabileceği en büyük özgürlüğe ulaşabilmesi ancak insana vahiy gönderilmesi ile mümkün olabilir. Çünkü insan vahye ne kadar uyar ve Allah’a ne kadar kul olursa nefsine, şeytana, insanlara karşı o kadar özgür olur. Aksi halde Allah’a itaat etmeyen insan; nefsine, şeytana ve insanlara itaat edecek ve özgürlüğünü kaybedecektir. Allah tarafından halife olarak yaratılmış olan bu varlık, güç ve kuvvet eline geçince “Benim mesaja ihtiyacım yok, yeryüzünde benim dediğim olacak” diyerek ilahlık taslamaya başlamaktadır. “Ben özgürüm” demektedir ancak özgür olamamaktadır. Ceza amelin cinsindendir; “ben özgürüm” diyen insan nefsinin, şeytanın, insanların ve liderlerin kulu olmaktadır.
  3. Hiçbir varlığın başıboş bırakılmamış olması, hepsine bir hayat tarzının takdir edilmiş olması ve ona göre yaşamaları, insanın da başıboş bırakılmış olamayacağı ve insana da bir hayat tarzının gönderilmesi gerektiğini gösterir. Yarattığı her varlığa nasıl yaşayacağını göstermek Allah’ın sünnetidir. Bu da ancak vahiyle mümkün olabilir. Vahyin gönderilmemesi insanın başıboş bırakılması anlamına geleceği gibi yaratılışının hiçbir maksadının olmadığı ve yeryüzünde hiçbir vazifesinin bulunmadığı anlamına da gelecektir. Allah Azze ve Celle ise kitabında: “İnsan, başıboş bırakıldığını mı sanıyor?”10 buyurmakta ve bunu reddetmektedir. Hiçbir varlık başıboş değilken bir tek insanın başıboş bırakılması mümkün müdür?  Hem de insan Allah’ın halifesi olduğu ve eşref-i mahlukat olarak yaratılmış olduğu halde… İnsan dünyaya imtihan için geldiğinden dolayı kendisine kısmî bir özgürlük, cüz-i bir irade verilmiştir ancak bu durum insanın istediği gibi yaşayabilme hakkının olduğu ve mutlak özgürlüğe sahip olduğu anlamına gelmemektedir. Çünkü mutlak özgür olan sadece Allah’tır. O’nun dışında hiç kimse mutlak özgürlüğe sahip değildir ve her varlık Allah’ın emrettiği şekilde yaşamak zorundadır. Çünkü Allah tarafından yaratılmış, O’nun dünyasında oturmakta ve O’nun tarafından beslenmektedir. O halde mutlak özgürlüğe sahip olması insanın hakkı olamaz.

Konuya devam etmek dileğiyle… Allah’a emanet olun.

 

  1.   Bakara, 185
  2.   Alak, 1-2
  3.   Alak, 6-7
  4.   İsra, 85
  5.   Leyl, 12
  6.   Bakara, 11-12
  7.   Tin, 4-5
  8.   Furkan, 44
  9.   Bakara, 30
  10.    Kıyamet, 36