Başyazı

Muhalefet Şuuru İle Gelen Mücadele Ruhu

Paylaş:

     Hamd; batıl sistemlere muhalefet etmeleri üzere peygamberlerini gönderen ve muhalefet ederken de karşılaştıkları zorluklara karşı onlara yardım eden Allah Azze ve Celle’ye, Salat-u Selam; gönderildiği dönemde mevcut olan tüm yanlışlara muhalefet eden ve muhalefet şuuru ile birlikte mücadele ruhunu ümmetine miras bırakan Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e, Selam ise; Efendimizin ashabına ve Tevhid şuuru ve mücadele ruhu ile gayret eden tüm kardeşlerime olsun.

     Peygamberlerin gönderildiği bütün memleketlerde şirk, zulüm ve haramlar vardır. Dolayısıyla Allah Azze ve Celle peygamberlerini bunlarla mücadele etmeleri için göndermiştir. Zaten değiştirilmesi ve mücadele edilmesi gereken bir durum olmasaydı Allah Azze ve Celle peygamber göndermezdi. Peygamberler yanlışlara muhalefet etmek, mücadeleyi başlatmak ve batılı yıkmak, sonra da onun yerine hakkı ikame etmek için gönderildiler. Peygamberler bu amaçla görevlendirilen dava adamlarıdır. Allah’ın gönderdiği tüm kitaplar da batılı yıkma ve yerine İslam Medeniyetini inşa etme projesidir.

     Batılı yıkmadan yerine hakkı ikame edemezsiniz. Peygamberler hiçbir zaman küfür binasının bazı yerlerini rötuşlamak suretiyle onu güzelleştirme gayretine girmemişlerdir. Peygamberler küfür binasını tamamen yıkıp yerine İslam sarayını yapmak için görevlendirilmişlerdir. Şirkin olduğu; kadınlara, çocuklara, kölelere, fakirlere güçlüler tarafından zulmedildiği, haramların yaygın olduğu bir memlekete gönderilmiş olduğu hâlde bir peygamberin orada muhalefet etmemesi mümkün değildir.

     Din muhaliftir. Dinin ilk cümlesi olan Tevhid “La” diye başlamaktadır. Tüm sahte ilahlara, kendisi Allah’a itaat etmediği hâlde kullardan itaat bekleyen otoritelere “La” denilmekte, Allah’tan başka tüm ilahlar ve otoriteler reddedilmektedir. Dolayısıyla Allah Azze ve Celle peygamberlerinin ilk andan itibaren şirke muhalefet etmelerini istemiş, İslami hareketi şirke muhalefet üzerine bina etmiştir.

     Allah’tan başka ilahın olmadığı, bütün sahte ilahların reddedilmesi gerektiği söylenerek bir hareket başlatıldı ve şirkle mücadeleden sonra haramlarla mücadele edildi. O günkü insanların yerleştirmiş olduğu, insani ve ahlaki zannettikleri aslında gayriinsani ve gayriahlaki olan değerlerle mücadele edildi. Eğer peygamberler sadece Allah’ın varlığını, birliğini anlatmak üzere gönderilmiş olsaydılar, insanlar zaten tek yaratıcı olarak Allah’a iman ettikleri için bu mücadele olmazdı. Ama Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman peygamber kıssalarının mücadele kıssaları olduğunu, tüm peygamberlerin kendi kavimleriyle mücadele ettiklerini görüyoruz. Hz. İbrahim’in şiddetli muhalefeti olmasaydı, Nemrut’u ve onun sistemini, saltanatını, zulümlerini, açık ve net bir dille reddetmeseydi Nemrut, Hz. İbrahim’i öldürmeye kalkar mıydı? Hz. Musa, Firavun’u ve sistemini, saltanatını, zulmünü, insanları kendine kul-köle yapmasını reddetmeseydi Firavun bu kadar şiddetle saldırır mıydı? Hz. Musa’yı ve tüm iman edenleri öldürmeye kalkar mıydı? Aslında kâfir otoriteler, peygamberlerin muhalefetinin sonunun ne olacağını, bu işin sonunda saltanatlarını kaybedeceklerini bilmekte ve o yüzden muhalif sesi susturmak istemektedirler. Mesele budur. Ancak saltanat sahipleri gerçek maksatlarının anlaşılmaması için bugün konuyu saptırmakta ve peygamberlerin getirdiği hükümlerin bu çağa uygun olmadığını, o yüzden İslami hükümlerle hükmedemeyeceklerini iddia etmektedirler. İslam’ın hükümleri çağlar boyunca çeşitli kıtalarda uygulanmış ve güzel sonuçlar vermiştir. Ancak mesele peygamberlere emredilen birtakım hükümler değildir. Mesela suçlulara verilecek olan cezalar, saltanatı ele geçirmiş olan İslam düşmanlarının çok da umurunda değildir. Yani mesele sadece İslam kanunlarının yürürlükte olması meselesi değildir; hırsızın elini kesmek veya hapse atmak vs… Bunlar, Firavunların, Nemrutların çok da umurlarında değildir. Onların umurunda olan tek şey saltanatlarıdır. Örneğin, Suudi Arabistan’da hırsızın elinin kesilmesi Amerika’nın çok da umurunda değildir. Onların umurunda olan tek şey siyasetlerine, çıkarlarına uygun olup olmaması ve Suud idaresinin Amerika’ya itaat edip etmemesidir. 

     MEVCUT SİSTEMDE MUHAFAZAKÂR YA DA MUHALİF OLMAK

     Muhafazakâr olmak bugünün Türkiye’sinde “dindar olmak” gibi anlaşılmaktadır. Aslında muhafazakâr demek “mevcut düzenden memnun olanlar ve bu düzeni muhafaza etmek isteyenler” demektir. Dindarların ve cemaatlerin yüz yıldır sisteme ve yanlışlarına muhalefet etmemelerine, daima güçlülerle birlikte olup yanlışlara ve haksızlıklara sessiz kalmalarına bakınca muhafazakârın ne olduğu anlaşılmaktadır. Hâlbuki Kur’an’a ve Sünnete bakınca bugünkü mevcut durumdan razı olmamız mümkün değildir. Müslümanlar neden muhafazakâr olarak isimlendirilmektedirler? Bu kavram Türkiye’de hâkim güçler tarafından kasten kullanılmakta, dindar insanlar bu şekilde yanlış yönlendirilmekte ve muhalefet ruhu öldürülmektedir. Müslüman Müslümandır, dindar dindardır, muhafazakâr kavramı nereden çıkmıştır? Müslümanlara neden ‘dindar’ değil de ‘muhafazakâr’ denilmektedir? Aslında her devlet buna benzer siyasetler uygular ve bir kitleyi sisteme taraftar yapmak, muhalefet ruhunu öldürmek ve pasifize etmek için bazı kavramları topluma yerleştirir. Toplum tuzağın farkına varmaz, kendini sistemin istediği gibi tanımlamaya başlar ve tuzağa düşer. Böylelikle muhalefet ruhunu kaybeder ve muhafazakâr olur. Bu durum İslam âlemindeki mevcut düzenlerin Müslümanlara oynadığı bir oyun ve kurmuş olduğu bir tuzaktır.

     Müslümanlar ancak İslam Medeniyetinin hâkim olduğu memleketlerde muhafazakâr olabilirler. Çünkü öyle bir memlekette muhafazakâr olmak, İslam Medeniyetini muhafaza etmek manasına gelir. Oysa Müslümanlar bugün sanki İslam Medeniyeti varmış gibi muhafazakâr olmuşlardır. Birtakım eksikleri ve yanlışları olsa bile ana hatları ile Osmanlı Medeniyetinde İslam’ın ahkâmının, insani ve ahlaki değerlerinin yürürlükte olduğunu söyleyebiliriz. İslam Medeniyeti olduğu için Müslümanlar o medeniyeti savunmayı, onu muhafaza etmeyi bir görev olarak bilmişlerdir. Ancak sonra hilafet kaldırılmış, laiklik ilan edilmiş ve İslam ahkâmı yürürlükten kaldırılmıştır. Kanunlar, düşmanımız olan devletlerden alınmış, kılık-kıyafetimiz, harflerimiz, kültürümüz ve sanatımız değiştirilmiştir. Fakat Müslümanlar bu önemli ve büyük değişikliği görememekte, olayın ne olduğunu anlayamamakta, kendilerini hâlâ Osmanlı döneminde zannetmektedirler. İslam Medeniyeti terk edilmiş ve sistemde bu kadar büyük değişiklikler yapılmış olmasına rağmen dindarlar hâlâ kendilerini muhafazakâr olarak tanımlamaktadırlar. Muhafazakâr olanlar neyi muhafaza etmektedirler? İslam Medeniyeti mi var ki onu muhafaza etmekte ve ‘muhafazakârım’ demektedirler?

     Müslümanlar, İslam Medeniyetinde kendi medeniyetlerine karşı muhafazakâr olsalar bile yine de idarecilerin yanlışlarına ve gayr-i İslami medeniyetlere karşı muhalif olmak zorundadırlar. İslam Medeniyetinde bile muhalefet ruhunu terk etmez ve o ruhu, haramlara ve gayr-i İslami medeniyetlere karşı kullanırlar. Yani muhalefet ruhunu hiçbir zaman bırakmazlar. Çünkü aksi hâlde yanlışlar ve haramlar çoğalacaktır.

     İslam’ın temel esaslarından biri de “Emr-i bi’l maruf ve Nehy-i ani’l münker”dir. İyiliği emretme ve kötülükten sakındırma prensibi... Bir taraftan doğruları yerleştirirken diğer taraftan yanlışları reddetme ve muhalefet etme, dinin temel prensiplerindendir. “Emr-i bi’l marufu” görüp “Nehy-i ani’l münkeri” görmemek dinin bir kısmını alıp diğer bir kısmını almamaktır ve bu, Yahudi ahlakıdır. Allah Azze ve Celle Bakara Suresi’nde, Yahudilere hitaben: “Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?”1 buyurmaktadır. “Bizim görevimiz doğruları söylemektir, yanlışa yanlış demek görevimiz değildir. Biz doğruları söylersek yanlış zaten kendiliğinden biter” diyenler aslında güçlülere muhalefeti göze alamayan korkaklardır. Bunlar aslında doğruları da söylememekte ve yanlış yapanlarla da iş birliği yapmaktadırlar. Menfaatlerini korumak için haramlara ve zulümlere sessiz kalmakta ve mazlumların sesini duymak istememektedirler. Bilinmelidir ki yanlışlara muhalefet edilmeden yanlışlar bitmez hatta azalmaz.

     Doğruların başı Tevhid inancı olan La İlahe İllallah’tır ve manası da Allah’tan başka ilahın yani otoritenin olmamasıdır. Dolayısıyla tüm insanlar Allah’ın otoritesine boyun eğmeli ve Allah’ın dünyasında Allah’ın dediği olmalıdır. “Bizim görevimiz doğruları söylemektir” diyenler neden dinin en temel hakikati olan bu doğruyu söylememektedirler? Çünkü bunu söylediklerinde, memlekette kimlerin dediği oluyorsa onlarla karşı karşıya geleceklerini iyi bilmektedirler. Aslında her doğru, bir yanlışa muhalefeti içerir. Yanlışa muhalefet etmeyi göze alamayanlar onun için her doğruyu da söyleyemezler. Sonra da korkaklıklarını ve suçlarını örtbas etmek için “her doğru her yerde söylenmez” derler. Yani muhalefet ruhunu ve dolayısıyla cesaretini kaybetmiş olanlar yanlışa “yanlış” diyemeyecekleri gibi doğruları dahi söyleyemezler.

     Bugün temel meselelerde bile Müslümanların istediği bir sistem mevcut değildir. Mesela bir kanun koyulacağı zaman Batı normları, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Batı’nın kanunları referans alınmakta ama Kur’an referans olarak alınmamakta, sonra da ‘Müslümanız’ denilmektedir. Bu toplumda, kula kulluk olan şirkin dışında ayrıca içki, kumar, faiz, zina, LGBT gibi birçok haram vardır. Hâlbuki buralar Müslümanların topraklarıdır ve Müslümanların topraklarında bu haramların yasak olması icap eder. Hiç olmazsa Müslümanların haramlara muhalefet etmesi gerekmez mi? Şirkin ve haramların olduğu bir ülkede Müslümanlar muhafazakâr olamaz, olsa olsa muhalif olabilirler.

     Muhafazakârlık zamanla yerini korkaklığa bırakır. Muhalefeti terk edenler, cesaretlerini kaybederler. Bugün İslami camiada büyük bir korkaklık görüyoruz. Zulme uğradıkları hâlde ‘bana zulmediyorlar’ diye bağırmıyorlar. Muhalefet etmeye etmeye hem muhalefet ruhunu hem de cesaretlerini kaybettiler. Hâlbuki dinin temelinde bu ruh vardır. Dünya çapındaki bir stratejist olan Eric Hoffer “Kesin İnançlılar” adlı kitabında: “Bir dinin muhafazakârlaşması, vücuttaki kanın pıhtılaşması gibidir” diyor. Yani vücuttaki kan donduğu zaman nasıl ki insan ölürse dini hareketler de muhafazakârlaştığı zaman ölürler. Çünkü tüm Peygamberi hareketler muhaliftir. İslam âlemindeki düzenler İslam’ı; mıymıntı, her şeye sessiz kalan, gündemin dışında ve hiçbir şeye karışmayan bir din, Müslümanları da; korkak, güçlüden taraf olan, kör, sağır ve dilsiz insanlar hâline getirdiler. Müslümanların bir kısmı İslam’ı bilmediğinden, bir kısmı gözleri korkutulmuş olduğundan, bir kısmı da kendisini hâlâ Osmanlı döneminde zannettiğinden dolayı bugün muhafazakâr durumdadır.

     Türkiye’de muhalif olarak solcular tanınmaktadırlar. Hâlbuki mevcut sistem aslında solcuların anlayışına daha uygundur, dolayısıyla aslında onların muhafazakâr olması icap ederdi. Aşırı solcuların bir kısmındaki muhalefet, İslam’a muhalefet tarzında kendini gösterirken, normal solcuların muhalefeti ise haksızlıklara, zulümlere muhalefet olarak kendini göstermektedir ve bu, haklarıdır. Müslümanların da bu konulara fazlasıyla muhalefet etmeleri lazımdır. Bazı solcular olur olmaz her şeye muhalefet ederken Müslümanların içinden birçokları da maalesef olur olmaz her şeyi kabul etmektedirler. İkisi de yanlıştır. Elinde Kur’an ve Sünnet gibi bir ölçüye sahip olmayanların olacağı budur.

      İSLAM’IN MUHALEFET ETTİĞİ HUSUSLAR

     İslam’ın temeli önce şirke sonra da tüm haramlara muhalefettir. Allah’tan başkasına ibadet edilmeyecek ve Allah’ın hükümlerine aykırı hüküm koyma yetkisi hiç kimseye verilmeyecektir. Tek otorite olarak Allah görülecek ve kullara kulluk yapılmayacaktır. Bu iman yerleştirildikten sonra artık Allah neyi farz kılarsa insanlar onu yapacak, neyi haram kılarsa ondan sakınacaktır. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem, evvela iman konusundaki yanlış inançlara, özellikle şirke muhalefet etti, daha sonra farzları yerleştirdi ve haramları kaldırdı.

     Peygamberimizin ve tüm peygamberlerin muhalefet ettiği konulardan birisi de insanların eşit görülmemesi meselesidir. Tarih boyunca mal ve makam sahipleri kendilerini toplumdan üstün görmüş ve kendilerine özel imtiyazlar tanımışlardır. Tüm Peygamberler bu anlayışla da mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Peygamberimiz hadiste: “İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittirler”2 buyurmak suretiyle o gün kabul edilen yanlış ama yaygın bir anlayışa muhalefet etmiştir. Bir gün Ebu Leheb: “Ey yeğenim, ben senin dediğin dini kabul edersem bana ne var?” diye sordu.  Peygamberimiz: “Başkalarına ne varsa sana da o var. Allah onlara cennetini vaat ettiği gibi sana da cennetini vaat ediyor” dedi. Ebu Leheb: “Yani bana fazladan bir şey yok mu? Ben senin amcanım, ben Mekke’nin önde gelenlerindenim, benimle diğer insanlar bir mi?” diye sordu. Efendimiz: “Evet, sen de onlar gibisin, onlar da senin gibi, farkınız yok” dedi. Peygamberimiz onun iman etmemesini göze aldı, dini değiştirmedi. Hoşuna gitsin diye, “Tabi amca, sen farklısın. Sana fazladan bir şeyler var, sen o insanlarla eşit değilsin” demedi. Bunun üzerine Ebu Leheb: “Benimle fakirleri, kadınları, çocukları, köleleri aynı kefeye koyan bir dini kabul etmiyorum” dedi. Efendimiz: “Sen bilirsin” dedi.3 Bu, Efendimiz’in dürüstlüğünü ve gerçek peygamber olduğunu gösterir; sahte bir peygamber olsaydı, böyle bir durumda onun istediği cevabı verirdi.

     Peygamberimizin ve tüm peygamberlerin muhalefet ettiği konulardan bir diğeri ise; ırkçılıktır. Kur’an-ı Kerim Hucurat Suresi’nde: “Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ‘birbirinizi tanımanız ve tanışmanız’ için sizi ırklar ve kabileler hâlinde kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvaca en ileride olanınızdır”4 buyurmakta, o zamanda yaygın olan ırkçılığa muhalefet etmekte ve hepimizin kökeninin aynı olduğunu ifade ederek ırkçılığın mantıksızlığını ortaya koymaktadır. Efendimiz de: “Ey insanlar! Şunu iyi bilin ki Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a; beyazın siyaha, siyahın beyaza takva dışında bir üstünlüğü yoktur”5 buyurarak İslam’da ırkçılığın olmadığını dünyaya ilan ediyordu.

     Peygamberimiz başka bir hadiste: “Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık uğrunda savaşan bizden değildir. Irkçılık uğrunda ölen bizden değildir”6 buyurdu. Hâlbuki o günkü şartlarda Araplar özellikle de Mekkeliler, kendilerini diğer ırklardan hatta diğer Arap kabilelerinden üstün görüyorlardı. Kâbe’yi tavaf etmek için civar kabilelerden gelenler Kâbe’yi çıplak olarak tavaf etmek zorundayken kendileri elbiseyle tavaf ederlerdi. Onlara: “Burası Beytullah’tır, siz bu günahkâr elbiselerinizle tavaf edemezsiniz ya yeni elbise giyeceksiniz ya da çırılçıplak tavaf edeceksiniz” derlerdi. Ama kendilerini öyle görmezlerdi, “Biz sizden üstünüz, biz Beytullah’ın komşularıyız, biz elbiselerimizle tavaf edebiliriz” derlerdi. Yani ırkçılıktan da öte aşiretçilik yapıyorlardı. Peygamberimiz bununla da mücadele etti. O günkü dünyada herkes ırkçılık yaparken İslam, ‘ırkçılık yok’ dediği zaman hepsiyle karşı karşıya geldi. Yalnızca Araplarla değil, Bizanslılarla, İranlılarla, Habeşistanlılarla, Yemenlilerle kısacası tüm dünya ile karşı karşıya geldi. Çünkü hepsi ırkçıydı. Eğer O, bir peygamber olmasaydı, Allah’tan gelen kesin doğrulara sahip olmasaydı insanların hoşuna gidecek sözler söyler, elinden geldiği kadar Araplarla karşı karşıya gelmemeye çalışırdı.

     Aslında o gün Arapların beklediği lider, tüm Arapları, Arap bayrağı altında bir araya toplayacak olan, ‘Ey Araplar…’ diye konuşacak olan bir liderdi. O, buna rağmen hepsini kaybetmeyi göze aldı ve “Ey insanlar!” dedi. Çünkü Efendimiz gerçek peygamberdi. Sadece Allah’a güvendi ve hakikati değiştirmedi. Eğer sahte peygamber olsaydı duruma göre bir strateji izlerdi.

     Bugün birçok Müslümanın samimiyetsizliğinin delili; hakikate göre değil, şartlara göre davranmaları, dinlerinden tavizler vermeleri, peygamberi metodu izlememeleri ve şartlara göre bukalemun gibi renkten renge girmeleridir. Eğer Allah rızası için mücadele edilmekteyse Allah’tan gelen değiştirilemez. Bu, ideoloji ya da insan yazması değil ki üzerinde reform yapılsın, tahrifat yapılsın. Böyle bir hakkımız yoktur ve olamaz.

     İslam’ın muhalefet ettiği konulardan birisi de o günkü miras anlayışıdır. Kadınlara ve çocuklara hiç miras verilmezdi. İslam, onların da mirasta hakkı olduğunu söyledi. Araplar şaşırdılar ve: “Bu nasıl iş, kadına miras mı verilir, çocuğa miras mı verilir?” dediler. Ancak Allah, tüm dünyada mevcut olan anlayışa muhalefet etti ve onlara miras hakkı verdi. Allah’ın koyduğu hükümlere bakılınca, tüm dünyayı karşısına aldığı anlaşılıyor. Allah Azze ve Celle Peygamberini de Müslümanları da deniyor. Bu zorlukları göze alacaklar mı, almayacaklar mı? Tüm dünyaya muhalefet etmeyi göze alacaklar mı, almayacaklar mı? Allah’a mı güvenecekler yoksa kendi güçlerine ya da insanlara mı güvenecekler?

     Allah-u Teâlâ inanç alanında da inkılaplar yaptı... Allah’a, Peygamberlere, meleklere, kitaplara, ahirete ve kadere iman. Bu konuların hepsinde inkılaplar gerçekleştirdi. Allah’a iman ederken sadece yaratıcı, rızık verici ve kâinatı idare eden bir Allah’a değil, insanları da idare eden, insanlara kanunlar gönderen bir Allah’a imana davet etti. Hâlbuki onlar böyle bir Allah’a iman etmiyorlardı. Allah, peygamber göndermez, kanun göndermez anlayışı vardı. Mesela onlara göre melekler, Allah’ın kızları idi. İslam geldi, “Hayır, melekler Allah’ın kullarıdır. Dişi veya erkek değildirler” dedi. Ahirete iman etmiyorlar ve: “Ölürüz, biter gider” diyorlardı. İslam, ahirete imanı öğretti ve “her yaptığınızın hesabını vereceksiniz” dedi. İnsan, ahirete iman etmediği zaman hayatını değiştirmez. İnsanın ahirete iman etmesi demek; ‘hayatımı değiştireceğim ve bundan sonra böyle yaşamayacağım, şöyle yaşayacağım’ demektir. Bunlar çok büyük inkılaplardır.

     İslam insanın hayatını değiştirmekte, hayatındaki tüm yanlışlara muhalefet etmektedir. İslam, hayatın içerisinde ne kadar durum varsa bütün meselelerde yeni hükümler koydu. Onlara göre faiz, içki, kumar, zina helaldi. İslam, bütün bunlar haram, dedi. Onların her şeyini reddetti. Ne büyük bir inkılap! Bunları başarırken de kafa kesmedi, diktatörlük yapmadı, dinde zorlama yapmadı. İmana davet etti, iman ettiler. Sonra İslam: “O iman ettiğiniz, tek otorite olarak gördüğünüz Allah, size şunları farz kılıyor, şunları da haram kılıyor” dedi. ‘Rabbimizden gelen başımız üzerine, biz Allah’tan daha iyi bilemeyiz’ dediler ve imanın gereğini yaptılar, teslim oldular. Peygamberler kimseyi zorlamadan ne büyük inkılaplar gerçekleştirdiler. Önce temel inancı yerleştirdiler, tek otoritenin Allah olduğunu yerleştirince insanlar gerisini kabul ettiler.

     İslam’ın geldiği dönemde Hindistan’da, Bizans’ta, Yemen’de, Habeşistan’da ve tüm dünyada birçok yanlış adet vardı. Mesela Hindistan’da aileler doğan ilk çocuklarını tanrılarına kurban etmek için Ganj Nehrine atarlardı. Mekkeli müşrikler kızlarını diri diri toprağa gömerdi. İslam bunlara muhalefet etti ve: “Bunlar haram” dedi. Hâlbuki onlar için bu gayet normal ve çok alıştıkları bir olaydı. “Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman”7 ayeti neyi ifade etmektedir? Ayet bunu yapanları tehdit etmektedir. İslam, o günkü bütün yanlış töreleri, örfleri yerle bir etti. Eğer töre yanlışsa Allah, töreye de muhalefet eder. Bu durumda Müslümanlar töreye değil Allah’ın kitabına uyacaklardır.

     O dönemde kölelere, fakirlere zulmediliyor, haksızlık yapılıyordu. Zenginler, fakirlerin malını faiz yoluyla yiyorlardı, çalışmadan daha da zengin oluyorlardı. Fakirlere faizle borç verip sonra ödemeyince mallarına el koyuyorlardı... İslam bunların hepsine muhalefet etti. Fakiri korudu, zenginin fakire zekât vermesini emretti. Ekonomiyi düzene koydu, ‘şu şekilde para kazanabilirsiniz ama şöyle kazanamazsınız, bu haramdır’ dedi. Zenginin fakiri sömürmesini engelledi; bunun için birçok yasa getirdi. Bu şekilde büyük ve çok sayıda inkılaplar gerçekleştirdi.

     Kur’an-ı Kerim’in muhalefet ettiği hususlar saymakla bitmez. İslam, birçok meselede muhalefet etti ve bütün yanlışları düzeltti, her şeyi yerli yerine oturttu. Çünkü uzun asırlar boyunca peygamber gelmemişti, her şey karışmıştı, doğruyla yanlış birbirine girmişti. Doğru olanların bile bazı kısımları yine yanlıştı, doğru olan meselelerde bile hatalar vardı. O yüzden Kur’an ve Efendimiz bütün meselelere muhalefet etmek zorunda kaldı.

     Bugün de aynı şekilde bir muhalefet anlayışı lazımdır. O gün ne kadar yanlış varsa bugün de o kadar yanlış vardır hatta belki daha fazlası vardır. Dolayısıyla Müslümanların bugün de muhalif olması icap eder. Muhalefet etmeyeceğimiz şeyler maalesef azalmıştır, her gün daha da azalmaktadır. Müslümanlar muhafazakârlaştığı için bizim gibi muhalefet edenler muhafazakârlar tarafından eleştirilmektedir. Bunlar Kur’an’ı, Peygamberimizin hadislerini, İslam fıkhını bilseler ve bir de cesur olsalardı bu yanlışlara muhalefet ederlerdi. Muhalefet edenlere değil haramlara muhalefet edilmesi gerekir. Müslümanlar Kur’an’ın metodunu izlemeli, Kur’an’a ve Sünnete uygun olanları kabul etmeli, bunlara aykırı olanlara muhalefet etmelidir.

     Allah Azze ve Celle, muhafazakârlaşan günümüz Müslümanlarına da muhalefet şuuru versin ve bu şuur ile şirke, haramlara, zulümlere ve haksızlıklara karşı mücadele edebilmeyi nasip eylesin. Allah’a emanet olun…

  1. Bakara, 85
  2. Kudâî, Müsnedü’ş-şihâb, 1/145
  3. Taberî, Câmiu’l-Beyân 14/716-717
  4. Hucurat, 13
  5. İbn Hanbel V, 411
  6. Ebu Davud, Edeb, 111-112
  7. Tekvir, 8,9