Güncel

TÜRK VE KÜRT SORUNU

Paylaş:

YAZAR: ALİ BULAÇ

 

Kürt sorunu bütün bölgeyi derin bir umutsuzluğa, nerede aydınlık kazanacağı bilinemeyen bir belirsizliğe sürükledi. Derin bir kaosa sürükleniyoruz âdeta. İster Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde, ister Batı’da veya başka yerlerde olsun, herkes yakın geleceğimizin hangi türden gelişmelere gebe olduğunu kestiremiyor veya kestirebildiği düşünceleri dile getirmeye korkuyor.

Biz bu ülkede Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Laz, Gürcü, Arnavut, Boşnak vs. milyonlarca insan bir arada yaşıyoruz. Genel bir kanıya göre yirmi altı ayrı etnik insan grubu var. Bunlara çeşitli isimler verilebilir; ulus, halk, topluluk vb... Ama bizim değişmez realitemiz şu ki; bizler yüzyıllardır bu topraklarda ortak bir kaderi paylaşıyoruz. Sevinçlerimiz ve acılarımız ortak olmuştur. Birbirimize kız alıp vermişiz, kivre olmuşuz. Yedi düvele, Haçlı güruhuna, emperyalist saldırılara karşı aç ve susuz savaşmış, kan dökmüş, milyonlarca şehidi bu topraklara gömmüşüz.

Şüphesiz her şey yolunda gitmiyor. Uygulanmakta olan yanlış, totaliter ve emredici politikalar bütün farklılıkları inkâr etmiş, zengin bahçemizin, bağımızın bütün meyve ağaçlarına tek bir ağaçtan aşı yapılmak istenmiştir. Ama şimdi bunun yanlışlığını kabul etmeyen kalmadı gibi. İnsan hakları, özgürlükler, eşit siyasal katılım, kültürel ve etnik farklılıkların korunması ve sürdürülmesi ile herkesin kendi ana dilini konuşma hakkı yönünde gelişen doğru bilinç, çoğulcu temelde yepyeni siyasal ve sosyal model arayışlarını hızlandırırken, terör, şiddet ve savaştan başka yöntemler düşünmemek akıl kârı mı?

Sorunu iki halk arasında tarihsel ve etnik temelde bir husumet şeklinde ortaya koymak hiçbir zaman doğru değildir. Çünkü genelde, tarihte ve bugün yaşadığımız dünyada doğrudan halklar arasında husumet ve düşmanlıklara rastlanamaz. Halklar birbirine düşman olmaz. Çoğu kez ve hemen hemen her zaman çatışmaya sebep olanlar ve bu arada büyük meydan muharebelerinde veya iç savaşlarda insanları birbirine düşüren devletler, iktidarlar, egemen güçler, hâkim sınıflar vb.leridir.

Bu, konunun bir yönü. Diğer bir yönü ise, Türklerin ve Kürtlerin aynı dine mensup oluşları, yani Müslüman kimlikleridir. Her Türk ve her Kürt bilir ki, etnik kökeni ne olursa olsun, din temelindeki kardeşi bir Müslüman’a husumet besleyemez, onun kanını dökemez, ırz ve malına kem gözle bakamaz; bu kesin olarak haramdır. İslamiyet; aile, aşiret, kabile, kavim, ırk, coğrafya vb. ontolojik ayırıcı vasıfların üstünde evrensel bir kardeşlik öğretisi olduğundan, mü’min bir Türk’ün kâfir kardeşi gerçekte onun kardeşi değil, Nuh (a.s.)’a dendiği gibi “ailesi dışında” kalmış düşmanıdır. Ve fakat mü’min bir Kürt, mü’min bir Türk’ün gerçek kardeşidir.

Elbette şu veya bu kökenden olan kardeşler arasında adalet ve hukuk temelinde eşitlik olması şarttır. Kardeşler birbirlerine zulmetmez, birbirlerinin hak ve özgürlüklerine riayet eder ve ortaklaşa hayat biçimleri geliştirirler.

Dikkat çekilmesi gereken bir husus da, özel olarak Kürt ve Türklerin ortak bir tarihi birlikte yazmış olmalarıdır. Bu, Anadolu’yu İslâm’a açan Malazgirt zaferinden bu yana hep böyle olmuş fakat yazık ki ilk kanlı çatışmalar geçen yüzyılda devletin kendi kuruluş ideolojisi olan İslâm’a sırtını çevirmesi olayı olan Tanzimat’la birlikte başlamıştır.

Bu durum tespiti, bugünkü çatışmanın mahiyetini anlamak bakımından hayli önemlidir. Demek oluyor ki, karşılıklı husumet tohumlarının ekilmesinde rol oynayan asıl aktörler, Müslüman Türkler ve Müslüman Kürtler değil, Türk milliyetçileri ve Kürt milliyetçileridir. Geçen yüzyılda başlayan milliyetçilik akımları, koskoca bir imparatorluğu çökertip ufak parçalara böldükten sonra, bu parçalar arasında uzun yıllar sürecek ve düşmanlıklara yol açacak çatışmalara da sebep oldu. Bu, İslâm’la bütünleşen Evs ve Hazrec kabilelerinin, bir ara cahiliyenin çekim alanına girip, tekrar birbirlerine karşı kılıç çekmelerini hatırlatan trajik bir durumdur. O zamanlar Evs ve Hazrecliler’e gerçek Müslüman kimliklerini hatırlatan Peygamberimiz (s.a.v.) vardı; kızgınlıkla ortaya atıldı ve her iki tarafa seslenerek: “Cahiliyenin asabiyet kavgalarına mı dönüyorsunuz?” dedi; böylece onları tekrar Tevhid dininin koruyucu kanatları altında toplayıp birleştirdi.

 Türklerin ve Kürtlerin olduğu kadar, bütün bu bölgede yaşayan kavim ve halkların da ortak paydası ve yapıştırıcısı İslamiyet’tir. 150 yıldır bu yapıştırıcıya karşı amansız mücadeleler verildi, ancak halkın bilincinde değeri tam olarak sökülüp atılamadı. Bu durumda halkın ruhunun derinliklerinde kök salan ve kültürün temelini oluşturan bu yapıştırıcıya dönüp onu kuvvetlendirmekten başka çözüm yolu yoktur.

Son bin yıllık tarihimizde Türkler ile Kürtler arasında üç önemli temas noktası olduğuna şahit oluyoruz.

1. 1071 Malazgirt bilindiği gibi, Anadolu’nun Müslümanlaşması, Alparslan orduları karşısında Bizans’ın 1071’de Malazgirt’te yenilgiye uğramasından sonra mümkün olmuştur. Malazgirt Anadolu’ya açılan kapıdır. Alparslan’ı, Anadolu’yu Müslümanlaştırmaya çağıran ve teşvik eden, yukarı Mezopotamya ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşayan ve dört yüz seneden beri Müslümanlığı kabul etmiş olan Kürtler olmuştur.

Büyük Kürt lideri ve âlimi Molla Yahya Muzuri, Alparslan’a 10.000 asker vermiş ve hatta Bizans ordusunun içerden bölünmesine katkılarda bulunmuştur. Savaşın kazanılması üzerine bölgeye “çok çabuk aldık” manasında Kürtçe Malazgirt denmesi anlamlıdır. Şunu unutmamak lazım ki Müslüman Kürtler Alparslan’ı Bizans’la savaşmaya çağırırlarken, amaçları Anadolu’nun Türkleşmesi değil Müslümanlaşması idi.

2. Türkler ile Kürtlerin tarihsel bakımdan ikinci büyük iş birliğine 16. yy.’ın başlarında rastlıyoruz. Şah İsmail’in Anadolu’daki yayılma isteklerine karşı Kürt lideri Molla İdris Bitlisi, Yavuz Sultan Selim’i İran’la savaşa çağırmış ve ona çok sayıda aşiretin desteğini sağlamıştır. Bu savaşta da Kürtler Safavî Şiiliğine karşı Sünnî Türkleri tercih etmiş ve bugünkü Kürdistan üzerinden Osmanlı’nın bütün Ortadoğu’yu kontrol etmelerine imkân ve fırsat vermişlerdir.

3. Türkler ile Kürtlerin tarihteki en kritik ve anlamlı temaslarından biri de Birinci Dünya Savaş’ından sonra Avrupalı ülkeler karşısında yenilgiye düşmüş Osmanlı Devleti’nin tam parçalanması sırasında gözlenmektedir.

Osmanlı’ya zorla imzalatılan Sevr Antlaşması, Musul’da ünlü Kürt lideri Şeyh Mahmut Berzenci tarafından yırtılıp atılmıştır. 27 Kürt aşireti ile durumu müzakere eden Şeyh Mahmut Berzenci, Arap liderlerine rağmen İstanbul halifesinin yanında savaşmaya karar vermiş ve kendisi ile görüşmeye gelen İngiliz komutana eldivenli elini uzatmıştır. İngiliz geleneklerine göre hakaret sayılan bu davranışın sebebini komutanın yüzüne şu sözlerle ifade etmiştir: “Müslümanların halifesine baş kaldıran bir kâfirin elini sıkamam, çünkü o el necistir.” Sonraları İngilizlerin de itiraf edeceği gibi, İngilizler en büyük zayiatı Musul ve çevresinde vermişlerdir. Belki şunu asla unutmamak lazım; Sevr Antlaşmasını ilk yırtıp atanlar Müslüman Kürt halkı olmuştur. Anadolu’nun kurtulması için Mudâfa-i Hukuk Cemiyeti’ni kuranların çoğu da Kürtlerdir.

Sorunu, Cumhuriyet öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye ayırmak gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nda azınlık kavramı genelde dinî, hukukî ve kültürel özerkliğe dayanır ve gayri Müslimleri kapsardı.

Cumhuriyet sonrasında ise etnik temelde totaliter1 ve otoriter bir devlet öngörüldüğünden, bu devlet, Kürtler ve diğer unsurların etnik kimliklerini inkâr etmek zorunda kaldı. Türk ırkını yücelten bu yeni devlet felsefesi zorunlu olarak üniter2 olmak zorundaydı. Cumhuriyetçiler her türlü dinî, etnik ve kültürel farklılaşmayı reddeden yekpare bir toplum düşlüyorlardı. Bundan dolayı Cumhuriyet İslâm’a ve Kürtlere karşı özel ve baskıya dayalı bir politika izlemiştir.

Daha önce de vurguladığımız gibi bizim bakış açımıza göre bu sorunun nihaî çözümü İttihadı İslâm’dır. Tekrar etmek gerekir ki ittihad, bütün farklılıkları bir potada eritip yok eden “vahdet” demek değildir. Farklılıkların unsurların ve etnik grupların kimliklerine göre muhafaza edilmesidir. Siz buna “demokratik haklar” diyebilirsiniz. Ama bence bu geniş çoğulcu projeyi demokrasi ifade etmeye yetmez. Yine de kullanmakta bir sakınca yoktur. Bu proje dinî, hukukî, kültürel özerklik temelinde gönüllü ve ortak olarak bir arada yaşamayı öngören, İslamî bir çözümdür.

Bu bölgede yaşayan insanlar olarak kendimizi daha büyük sloganlara hazırlamalıyız. Mesela “Türkiye Türklerindir” sloganını bir kenara bırakıp “Türkiye, Türkiye’de yaşayan ve bu toprakları seven herkesindir” diyelim.3

1-Demokratik hak ve özgürlüklerin baskı altında tutulduğu, bütün yetkilerin bir elde veya küçük bir yönetici grubunun elinde toplandığı demokratik olmayan devlet düzeni

2- Merkeziyetçi

3- Ortadoğu’dan İslam Dünyasına Ali Bulaç sf.263-264