Kapak

Ümmetin Durumu ve Hürriyet Sorunumuz

Paylaş:

İslam coğrafyasının kan, zulüm ve gözyaşıyla yoğrulduğu bir asrı yaşıyoruz. Her bölge kendi içinde imtihanlardan geçiyor. Mısır ayrı bir imtihanı ve süreci, Filistin başka bir süreci, Arakan ve Doğu Türkistan daha başka süreçleri yaşıyor. Afganistan, Irak, Libya ve Suriye yakın zamanlardaki savaşların enkazı altında can çekişiyor, her biri umutla uzaklara bakıyor ve uzanacak bir yardım eli bekliyor.

Her bir bölge Müslümanlarının verdiği mücadele ve gelinen duruma bakıldığında çok kefaret ödendiği ve böyle giderse daha da çok ödeneceği görülmektedir. Geçmişte Batı, kendi içinde birçok savaş gerçekleştirdi. Bunlardan ikisinde dünya savaşlarına neden oldu. Şimdilerde savaşı kendi bölgelerinden tamamen uzakta, Ortadoğu’da (İslam ülkelerinde) gerçekleştiriyorlar. Ortadoğu bir ateş çemberi ve onlar da ateşi maşa ile tutmayı yeğliyorlar. Bu, kendileri açısından insan ve ekonomi kaybına daha az yol açıyor. Hem İslam coğrafyasında perde gerisinden iç savaş çıkararak kendilerini kamufle ediyorlar hem de toplumun nefretini birbirlerine yöneltiyorlar. Zaman zaman da çözüm mercii olarak arabulucu rolüne bürünüyorlar. İnsan hakları yardım komisyonu olarak savaşta zarar gören halka (özellikle de çocuklara) yardım(!) eli uzatıyorlar. Küçük çocukların iç dünyasında kendi ülkelerini kötü, Batı insanı ve memleketlerini iyi gösterip bilinçaltında yer ediniyorlar. Batı'nın İslam âlemine dönük tuzakları ve yaptıkları bir tarafa; bizim kendi içimizde bu duruma alet olmamız, birbirimize düşmanca davranmamız ve geleceğimizi/neslimizi karartmamız daha yaralayıcıdır.

DİKTATÖRLÜĞE GEÇİŞ SÜRECİ

Batı, tehlike olarak gördüğü İslam’ı, bir yandan İslamofobi adına uydurduğu yalanlarla kendi bölgesinden uzakta tutmakta diğer yandan İslam ülkelerinde şuurlu Müslümanların gelişip yayılmasına da engel olmaktadır. İslamofobi yalanlarını, 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere yapılan saldırı bahanesiyle zirveye ulaştırdılar, kendi içlerinde Müslümanlara karşı toplumsal nefret dalgası oluşturdular. Ayrıca Müslümanları değişik kategorilerde isimlendirerek de (Radikal/Fundamentalist, Ilımlı İslam gibi) ayrıştırma ve bölme yoluna gittiler. Aslında bu 1990 yılında NATO’nun aldığı bir karar idi. Komünist SSCB’ye karşı Batı’yı koruma felsefesiyle kurulmuş olan NATO’nun birinci düşmanı olan SSCB dağılmış ve komünizm çökmüştü. Dolayısıyla NATO için yeni bir düşman tanımlamak gerekiyordu. O yıllarda İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher, komünizmin çökmesinden sonra NATO için İslam’ın bir tehdit olarak algılanmaya başladığını ilk defa ve resmi bir ağızla dile getirdi.1

Bu durum şunun göstergesidir: 1. Dünya Savaşı ile ümmeti parçaladılar, ulus devletlere böldüler. Ardından her bir ulus devletin başına onları yönetecek diktatör kimseleri/aileleri getirdiler. Bu da yetmedi. Toplumda gidişatı sorgulayacak ve kitleleri uyandıracak insanları bertaraf ettiler. Bir süre sonra yeniden İslam’a bir yöneliş ortaya çıkınca baktılar ki mayasında İslam olan halklar zamanla diktatörleri yıkacak, o zaman “Kendi kontrolümüzde yeni bir süreç başlatalım, Arap Baharı adı altında kitlelerin enerjisini bir şekilde boşaltalım” dediler. 2011’deki Arap Baharı dalgası hakikaten de domino etkisi yaptı ve birçok ülkeyi etkiledi ancak beklenen bahar gelmedi. Bazı yerlerin son baharına bazı yerlerin kışına (felaketine) sebep oldu. Çözüm üreteceklerine Ortadoğu ülkelerindeki bu dönüşümden faydalanmak ve pastadan pay almak gafletinde bulunan İran, Türkiye ve Arabistan gibi ülkeler mevcut yaraları daha da derinleştirdiler. Onların çatışma bölgelerinde farklı aktörleri desteklemeleri çatışmaları daha da büyüttü ve sonuçta Irak ve Suriye başta olmak üzere felaket oldu. Milyonlarca insan öldü, şehirler harap edildi, yuvalar dağıldı. Milyonlarca insan mülteci durumunda birçok sıkıntıya maruz kaldı.

Ümmetin içinde bulunduğu durum şüphesiz Müslümanları harekete geçirici bir etkendir. Ümmet coğrafyasını ve çekilen acıları görüp de duygulanmayan, üzülmeyen bir Müslüman düşünemiyorum. Bu bizi ortak paydada buluşturacak diye beklerken Müslümanların ortak amaç ve ittifak noktalarından çok ihtilafları ve tali meseleleri gündeme getirmeleri aralarında kardeşlik yerine düşmanlık tohumları ekilmesine sebep olmuştur. Ümmet bilinci herkesin kendi bünyesinde oluşturması gereken bir durum ve tüm Müslümanların ortak paydasıdır. 1. Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan ulus devletleri ve adeta cetvelle çizilen bölge haritaları, sanki kardeşliğimize de sınırlar çizmiştir. İslam coğrafyasını sadece kendi ülkesini veya ırkını düşünen ulus devletlerine bölmeleri boşuna değildir. Ümmet anlayışı tüm Müslümanları bir arada tutuyordu, sınırlarla arayı açtılar. Bir de her ülkedeki etnik farklılıkları birbirine düşman ettiler. Bununla da kalmadılar, etnik farklılık yoksa bu sefer mezhebi farklılıkları çatışma sebebi yaptılar. Tarihte bizi birbirimize düşüren ne varsa onları yeniden gündeme getirdiler, kabuk bağlamış yerleri tekrardan kaşıdılar. Bir de buna her bölgedeki İslami hareket ve hizmetlerin izlediği metot ve strateji farklılıkları da eklenince bırakın ümmet bilinci oluşmasını asgari düzeyde bölgesel kardeşlik bile zedelendi. Elbette bu dinin nasıl hâkim olduğu ve Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve arkadaşlarının bunu nasıl başardığı bilinmektedir. Bu bilinmesine rağmen maalesef Müslümanlar olması gereken planlama ve metodu ortaya koyamadılar. Bazen sağlam adımlarla başlanmış ama süreç içinde sallantılar olmuş, bazen daha ilk adımda yanlış metot ve stratejiler izlenmiştir. Bütün bunlar ümmetin zaman, enerji, insan gücü kayıplarına hareketlerin de istikametten sapmalarına sebep olmuştur. Bu durum da aynı bölgede farklı anlayışlara, tartışmalara ve bazen de çatışmalara yol açmıştır.

Örneğin; İslami hareket metodu kavramını en iyi anlayan ve kitaplarında anlatan, bu uğurda şehit olan Merhum Seyyid Kutub’u Türkiye’deki bazı tarikat (öyle olmayanları tenzih ederim) erbabı neden sevmez? Neden onu sapıklıkla ve Ehl-i sünnet dışı vahhabi/mezhepsiz olmakla itham eder? Belki birçoğu adam akıllı Seyyid Kutub’un kitabını okumuş bile değildir. Onun mücadelesini, bu mücadele sonucunda da şehadete yürümesini anlayıp hakkını teslim etmedikleri gibi bir şehidin ardından onu sapıklıkla itham edecek derecede kin ve nefret duyulması nedendir?

Şöyle bir olay anlatılır: Bir hocaya talebesi tefsir kitabı önerisi sorar. O da Seyyid Kutub’un Fizilal’il Kur’an tefsirini önerir. Bunun üzerine talebesi: “Hocam, Seyyid Kutub bidat ehli birisi, kravat takar, sakalını keser” der. Hoca, talebesinin bu cevabı üzerine:“Oğlum yaklaş” der. Talebe yaklaşınca onun sakalından tutar ve der ki: “Seyyid Kutub, kravatlı ve sakalsız hali ile İslam’a bir Fizilâl ve başını verdi. Peki, sen bu sakalınla İslam’a ne verdin!”

ÖZGÜRLÜĞÜMÜZÜ KENDİ ELİMİZLE Mİ VERDİK?

Ümmeti kaybetmenin ve yeniden ayağa kaldıramamanın ağır faturasını ödüyoruz. Tıpkı İsrailoğullarının Tih çölünde 40 yıl amaçsızca dolaşmaları gibi bocalıyoruz. Musa Aleyhisselam dönemindeki İsrailoğullarının örneği, diktatörlüğün/baskının bir toplumu nasıl pasifize ettiğinin, şahsiyetleri nasıl bozduğunun en bariz örneğidir. İsrailoğulları Firavunun kırbacına itaat etmeye alışmış, mücadeleyi bırakmış ve köle ruhlu olmuşlardı. Firavun ve ordusu Kızıldeniz’de boğulduktan sonra İsrailoğulları, ata yurdu olan Filistin topraklarına dönmek istemişler, orada güçlü bir kavim olduğunu görünce orayı fethetmeyi göze alamamışlardı. Musa Aleyhisselam, Allah’ın emrini onlara söylediği halde şehre girmeye yanaşmamışlar, Musa’nın ısrarı üzerine de: “Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada oturacağız”2 demişlerdi. Bunun üzerine o şehre girişleri kendilerine kırk yıl yasaklandı ve çölde şaşkınca dolaştırıldılar. Ta ki köle ruhlu olan ilk nesilden kimse kalmayıncaya kadar… Bu olayın bize anlatılış sebebi üzerinde durmak lazımdır. Daha yıllarca köleleştirilmiş bir milletin esaret zincirlerini kırabilmesi ve imanın sağladığı hakiki özgürlüğe ulaşabilmesi için çölde özgürlüğü tatmaları gerekiyordu. Tıpkı Firavun'un izzetiyle” diyen sihirbazların Musa Aleyhisselam’ın mucizesini görüp hakiki imanla özgürleşmeleri gibi… Firavun'un izzetiyle ve şerefiyle, diyerek iplerini atanlar, imanın meydana getirdiği dönüşümle, her türlü ölüm tehdidine karşılık: “Zararı yok, biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz”3 noktasına çıkmışlardı. İşte Seyyid Kutub ve onun gibi düşünürler, İslam coğrafyasına musallat olmuş diktatörlerin baskısı altındaki halkları köleleşme tehlikesi yönünden uyarmışlar, canları pahasına onları özgürleştirmek için mücadele etmişlerdir. “Kardeşim! Sen prangalara vurulsan da özgürsün! Sen Allah’a bağlandığında sana kölelerin tuzakları ne zarar verebilir?”

Müslümanlar için baskıcı rejimler altında yaşamak şahsiyetlerin körelmesi ve insanların pasifize edilmesi açısından büyük tehlikedir. Ortadoğu kasıtlı olarak yıllardır bu şekilde yönetildi ve Müslümanların özgürlükleri bu şekilde kısıtlandı. Son 5-6 yıldır aynı durum ülkemiz için de söz konusudur. Önce 15 Temmuz darbe kalkışması bahane edildi ve iki yıl boyunca OHAL kanunları geçerli oldu. OHAL kaldırıldı ancak bu sefer de valiliklerin yetkileri arttırıldı ve OHAL’de kazandıkları statüler devam ettirildi. Şimdi de son bir yıldır pandemi kısıtlamaları ve yeni normal (artık eski normale dönüş olmayacak) söylemleri ile özgürlüklerin çemberi giderek daraltıldı. Tüm bunlarla beraber yargıda alınan türlü haksız ve hukuksuz kararların artması, buna tepki gösterenlerin veya gidişata en küçük muhalefet emaresi gösterenlerin derdest veya tehdit edilmesi, en kötüsü de toplumun tüm bu olanlara ilgisiz, tepkisiz ve ölü sessizliği içinde olması…Sosyal medyada küçücük bir eleştiri yapıldığında yorum kısmında birçok kimsenin espriyle bile olsa “Silivri soğuktur” demesi bilinçaltındaki bir korkunun dışa yansıması değil midir? Hiçbir hükümet döneminde olmayan bir söylem var: Hükümetin yaptığı ve muhalefetin de çoğu zaman haklı olarak eleştirdiği bir durum hemen devletin projesi ve milli birlik ve bütünlüğün bir parçası kılınarak dokunulmaz ve eleştirilemez ilan ediliyor. Ortadoğu ülkesi gibi baskıcı bir ülkeye dönüşmek sağcı-solcu-İslamcı ayırt etmeden tüm toplumu ilgilendiren bir durum olmakla beraber en çok Müslümanların gündeme getirmesi ve üzerinde hassasiyetle durması gereken bir durumdur. Çünkü özgürlüklerin kısıtlanması vizyonda namaz kılan ve sağcı tabir edilen kişilerin eliyle, onların başta olduğu bir dönemde yerleştirilmek isteniyor. Yarınlarda bundan İslamcılık söylemlerinin zarar görüp-görmemesi göstereceğimiz hassasiyete ve yapılan bariz yanlışlara karşı ortaya koyacağımız tepkilere bağlı olacaktır.

İskoçya’nın kurtuluşunu konu alan Cesur Yürek filminde son sahne şöyledir: İşkence ile karnı deşilen ve ölmek üzere olan mahkûma bir yandan kraldan özür dilemesi telkin edilir. Ancak bu şekilde rahatça ölmesine izin verileceği söylenir. O sırada mahkûmun dudakları kıpırdayınca cellat bağırıp, “susun mahkûm bir şey söyleyecek” diyerek halkı susturur. Herkes pür dikkat mahkûmun son sözünü duymak için kulak kabartır. İşte tam o sırada ölmek üzere olan mahkûm var gücüyle “Özgürlük” diye bağırır. İnsanın tüylerini diken diken eden bir sahnedir. Sonrasında halk özgürlüğü için mücadele eder ve İskoçya İngiltere’ye karşı özgürlüğünü kazanır. İnsanların köleleşmemesi, özgür kalması için kendini feda etmek... ‘Kral ve Genç’4 hadisinde sihirbazlık öğretilmek istenen gencin hakikati bulması ve insanların bu hakikati idrak edebilmesi için kendini feda etmesi de buna benzer hatta bundan daha şerefli (çünkü Allah içindir) bir ölümdür. Slogan olarak söylenen “biz bir ölür bin diriliriz” sözünün vücut bulmuş halidir. Genç bu yolda kendini feda etmiş ve binlerce insanın imanına (manen dirilmelerine) vesile olmuştur. Ümmetin kurtuluşu imandan doğan özgürlüğü şiar edinmiş, cesur insanların eliyle ve en önemlisi Allah’ın yardımıyla olacaktır.

  1. Ortadoğu’dan İslam Dünyasına, Ali Bulaç, İZ Yayıncılık, syf: 64
  2. Maide, 24
  3. Şuara, 50
  4. Tirmizi, Tefsir, Bûruc, 3337