Derleme

Allah Rasulü’nün Zaferi

Paylaş:

Bir kelime düşünün ki yeryüzünün doğusunda ve batısında, gece ve gündüz tek bir ses ve ahenk ile tekrarlanıyor olsun. Yine bir kelime düşünün ki on dört asır boyunca nice devletler kurulsun ve yıkılsın, nice düzenler değişsin ama bu kelime zaman içinde hiç değişmeden, susmak nedir bilmeden ebedi bir ses olarak devam etsin. Bir kelime, düşünün ki çöldeki bedeviyi insanlara örnek olacak bir zât haline getirsin ve yine aynı kelime, tahtında oturan krala tevazuyu öğretsin. Bir kelime düşünün ki diri diri gömülen kız çocuklarının, yetimin ve düşkünün hakkını savunsun.  İşte bu kelime Kelime-i Tevhiddir. Uygulanması halinde tüm insanlığın problemlerini çözüme ulaştıracak yegâne sistemdir. Bu kelime Allah Rasulü’nün zaferini belgeleyen en parlak, en canlı delildir!

Bu, herhangi bir gazve ya da savaş alanında elde edilen bir zafer değildir. Bu zafer Mekke’nin fethi, Arap yarımadasının birleştirilmesi olmadığı gibi, İran ve Roma imparatorluklarının boyunduruk altına alınması olayı da değildir. Bu zafer hayatı içten kavrayan, tarihin akışını değiştiren, dünyanın kaderini etkileyen ve zamanın içindeki anıtsal yerini alan evrensel bir olay ve zaferdir. Öyle bir zafer ki, herhangi bir dönemde İslam milletine ârız olan bir zaaf onu gölgeleyemez. Yani düşünce ve felsefe akımlarının etkileri onun değerinden bir şey eksiltmeyeceği gibi yeryüzünün herhangi bir köşesinde bir toplumun diğer bir topluma karşı üstünlük sağlaması da onun nurunu söndüremez. Çünkü o, varlığın derinlerine kök salmış, insanlığın gönlüne yerleşmiş ve hayatın bütün yollarını tutmuş bir ruhun zaferidir.

Bir zafer ki yüceliğine bizzat kendisi delildir, başka delil ve belgeye ihtiyaç yoktur. O halde bu zaferin sebep ve vesilelerini kavramaya çalışalım. O sebep ve vesileleri yeniden elde edebilmek için buna mecburuz. İslam’ın nasıl egemen olduğunu, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in zafere nasıl ulaştığını bilmek isteyen herkes bunu öncelikle O’nun şahsında, davranışında, yaşayışında ve cihad hareketinde aramalıdır. Böylece bilmelidir ki, zaferin yolu daima açıktır, yöntemleri hazır ve sebepleri de ortadadır. Ayrıca zafer isteyen birinin her zaman ve her yerde Allah Rasulü’nü kendisine örnek bilmesi gerektiğini de anlamalıdır.

Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in ulaştığı zaferin üç ana faktörü vardır ki diğer bütün faktörler bunların içindedir. Bu üç ana faktörü şöyle açıklayabiliriz:

  1. Bir gün… Kureyş büyükleri amcası Ebu Talip’e geliyor ve onunla durumu tartışıyorlar. Kendilerini dinleri

hakkında kuşkuya düşüren, geleneklerini kökünden sarsan, inançlarını altüst eden yeğeninin toplumlarını ve tanrılarını rahat bırakmasını, karşılığında ne isterse vermeye hazır olduklarını; mülk, sultanlık akla gelebilecek bütün isteklerini derhal yerine getireceklerini, gidip bunları yeğenine söylemesini istiyorlar. İşte o gün Allah’ın Rasulü imanının derinliklerinden kopup gelen ebedi sözünü söylüyor ve hem onların hem de zamanın kulaklarını çınlatıyor: “Allah’a yemin ederim ki ey amca! Bu davayı bırakmam karşılığında güneşi sağ elime verseler, ayı da sol elime indirseler yine vazgeçmem; Allah bu davayı ya zafere ulaştırır ya da uğrunda ölürüm!”

Ne müthiş ne sarsıcı bir olay! İnsanı böylesine ürperten başka bir olay görülmüş müdür? Bu, insan hayalinden değil, yaradılışın derinliklerinden, mutlak imandan fışkıran bir tablodur!

İşte o gün Allah Rasulü zaferini kazanmıştır. O, Kureyş’in vicdanını öylesine sarsmıştır ki, bu noktadan sonra bir daha ebediyen kendine gelemeyecektir. Bu, hiç şüphesiz imandır. O iman, insan vicdanında yer ettiği sürece onu yeryüzünde hiçbir kuvvet yenemez. Bu hadise akıllara Üstad Said Nursi’nin şu sözünü getiriyor: “İman hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hadisatın tazyikatından kurtulabilir.”2

  1. Allah Rasülü ashabını İslam’ın güzide örnekleri, hangisine tutunursak tutunalım sapmayacağımız yıldızlar haline getirmiştir. O kutlu ashab herkes gibi yiyor, sokaklarda yürüyordu ancak her biri yeryüzünde dolaşan birer canlı Kur’an gibiydi. Onları gören herkes karşılarında İslam’ı buluyordu. İşte bu hal, O’nun zaferiydi.

Kur’an-ı Kerim canlı bir kişi halini almadıkça asıl fonksiyonunu icra edemez. İlkeler de pratikte uygulanırsa ancak yaşayabilir. O nedenle Allah Rasulü ilk aşamada yalnızca öğütler vermek, hutbeler irad etmek değil aynı zamanda kişileri yetiştirmek, gönülleri diriltmek istemiştir. Ve ortaya bir felsefe koymak değil, yepyeni bir millet inşa etme yolunu tutmuştur. Davanın kendisiyse, onu zaten Kur’an-ı Kerim bizzat tekeffül etmiş bulunuyordu. Allah Rasulü’ne düşen görevse bu davayı gözle görülür ve elle tutulur kişiler haline getirmekti.

Soyut plandaki davaların tek başına yaşaması düşünülemez. Yaşasa bile insanlığı bir adım ileriye götürmesi beklenemez. Yaşayan her dava mutlaka eksiksiz bir insan biçiminde ortaya çıkmıştır. Fonksiyonunu icra eden her dava mutlaka bir insan eylemine dönüşmüştür. Allah Rasulü, İslam davasından abide kişiler meydana getirdi, onların İslam’a olan imanlarını eyleme dönüştürdü. Mushaf-ı Şerif’ten önce onar onar sonra yüzer yüzer ve daha sonra biner nüshalık baskılar yaptı. Ancak bu baskıyı kâğıt üzerinde mürekkeple değil kalp sahifelerinde nurla yaptı. Ve böylece büyük bir zafere ulaştı. Sonrasında İslam’ın yürüyen örnekleri haline gelen ashab-ı güzin, yeryüzünün muhtelif bölgelerine dağıldı. Allah Rasulü onların kalplerine İslam’ı yazmıştı, onlar da gittikleri yerlerde başka insanların kalplerine İslam’ı yazdılar. Böylece Allah Rasulü’nün zaferi diyar diyar yayıldı.

  1. Son olarak Allah Rasulü hayata hükmeden, toplumu yönlendiren ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen nizamı, İslam şeriatının esaslarından alıp ortaya koyduğu gün zafere ulaşmıştır.

 İslam bir inançtır ve ondan bir şeriat doğar, fışkırır. Bu şeriatın üzerine de bir nizam kurulur. İşte inanç, şeriat ve nizam üçlüsünden İslam ağacı boy atar. Nitekim her ağaç kök, gövde ve meyvelerden oluşur. O halde derinlere kök salmamış bir ağacın gövde ve meyvelerinin olması beklenemez. Gövdeye sahip olmayan kökler nasıl bir değer taşımazsa, hayata meyve vermeyen gövdenin de bir kıymeti olmaz. O nedenle İslam, kendi şeriatını hayata hâkim kılma hususunda bir an bile gecikmek istemez. Böylece dinin devletten bütünüyle sökülüp atılması masalı da ortadan kalkmış olur. İslam Devleti’nin kurulduğu ilk günden itibaren İslam şeriatı, devlete hükmetmeye başlamıştır. Müslümanların ayrı bir toplum halinde kendilerini düşman saldırısından, Allah’ın dininden saptırıcı fitnelerden koruyacak güce erişmelerinden ve İslam sancağının dalgalandığı bir toprak parçasını yurt edinmelerinden itibaren İslam devleti kurulmuş bulunuyordu. İşte bu noktada İslam, Müslümanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen sosyal bir nizama dönüşmüş oluyordu. Aynı zamanda Müslümanların diğer toplumlarla olan ilişkilerini düzenleyen uluslararası bir nizam haline de geliyordu. Daha sonra İslam genişledi, yeryüzünün değişik bölgelerine yayıldı, gittiği her yere beraberinde inancını, şeriat ve nizamını da götürdü. İsteyen onun inanç ilkelerini kabul etti istemeyen ise “Dinde zorlama yoktur”3 ayetinin hükmü gereğince buna zorlanmadı. Ne var ki İslam’ın girdiği her yerde önce insanlığın görmediği bir adalet görünüp tanınıyor ve yine insanlığın önceden bir benzerine tanık olmadığı iyilikler tanınıyordu.

İslam zafere ulaşmıştı çünkü İslam inancı, şeriata çevrilmişti. Bu şeriat da ortaya öyle bir nizam çıkardı ki, insanların duyguları bu nizama adeta can attı, gönülleri özlemini duyduğu huzuru onda buldu. Bu zafer bitkisi yeşermek üzere bizim elimizdedir. Biz Müslümanlar her nesilde ve her zaman bunlara sahibiz ve bunlar her zaman elimizdedir. Yeniden yürürlüğe koymak, tecrübe etmek ve İslam için çalışanlara Allah’ın takdir ettiği bu zafere ulaşmak daima mümkündür. Çünkü Rabbimiz şöyle buyuruyor: “…Andolsun ki, Allah’a yardım edenlere o da yardım eder. Kuşkusuz Allah muhakkak kuvvetlidir, azizdir. Biz eğer onlara yeryüzünde iktidar verirsek namazı dosdoğru kılarlar, zekât verirler, iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirirler. İşlerin sonucu Allah’a aittir.”4

  1. Seyyid Kutub’un İslami Etütler Kitabından derlenmiştir.
  2. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas
  3. Bakara, 256
  4. Hacc, 40- 41