Kapak

Değişmeyen Çizgisiyle Furkan Nesli Dergisi 13 Yaşında

Paylaş:

Şüphesiz bir dergi için uzun soluklu olmak önemlidir. Özellikle de okuma oranlarının düşük olduğu bir toplumda bunu sağlayabilmesi, prensiplerinden ödün vermeden yola revan olması çok daha zordur. Bu anlamda dergimiz, yayım hayatına başladığı günden bu yana ilkeli duruşunu değiştirmeyen ve şartlar ne olursa olsun çizgisini devam ettiren bir misyon dergisidir. Unutulmaya yüz tutmuş Tevhid davasını evlere ve gönüllere taşımaya, özelde Müslümanların genelde tüm insanlığın kurtuluşunun Tevhid Medeniyetiyle mümkün olacağının idrak edilmesini sağlamaya çalışmaktadır.    

İslam camiası olarak birçok özelliğimizin törpülendiği, birçok hassasiyetimizi kaybettiğimiz bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bazen 1990’lı yılları yaşamış, o günlere şahitlik yapmış arkadaşlarla konuşurken veya o yıllara ait bir ezgiyi dinlerken, geçmişte yapılan mücadeleyi ve Müslümanların birbirlerine ve davalarına bağlılıklarını dile getiriyoruz. Müslümanların bugüne nazaran daha çok okudukları, içinde bulundukları sistemi ve şartları İslami açıdan tahlile tabi tutup, çözüm yolları aradıkları, ümmetin ortak sorunlarını konuştukları hareketli yıllardı. Sadece İslami neşriyatlar değil ideolojilere ait bazı önemli eserler de okunuyor, onların hataları tespit ediliyor, bu durum İslam’ı savunanların elini davet ve mücadele açısından daha da kuvvetlendiriyordu. Birçok solcunun veya farklı kesimden kişilerin Müslüman olmasında o dönem gençliğinin hareketli oluşunun tesiri büyüktü. Elbette konuşulanların paralelinde yazılıp çizilen şeyler (gazete yazıları, dergiler) de bu minvaldeydi. Bu durum 28 Şubat 1997 tarihlerine kadar genel hatlarıyla böyleydi. Belki arzu edilen Rabbani terbiyeden geçmiş değillerdi, belki törpülenmesi gereken yönleri çoktu ama dava şuuru ve Allah için bir şeyler yapmak, mücadele etmek isteğini birçok kesimde görmek mümkündü.

28 Şubat’ın fırtınalı zamanlarında başörtüsü ortak paydasında verilen mücadele (her ne kadar ilk yıllarda başarılı olunmadıysa da) Müslümanların ortak eylem birliği ve hakkın hakimiyeti gibi hedefleri açısından ümit var olmamızı sağlıyordu. Metot ve uygulama farklılıklarına rağmen ortak acılar bizi bir arada tutuyordu. Ancak Müslümanların parti metoduyla (28 Şubat dönemindeki mazlumiyetten istifade ederek) hükümet olması ve iktidar nimetlerinden faydalanması işin rengini değiştirdi. Zamanla İslami camiaların büyük kısmında yaşanan eksen kaymaları İslami neşriyatlara da yansıdı. Başlangıçtaki çizgisini muhafaza eden dergi ve yayın sayısı giderek azaldı. 1990’lı yılların ezgileri bile değişti. Hiçbir şey eski tadı vermez oldu. Müslümanlar olarak birçok hassasiyetimizi kaybettik. Dava şuuru kalmadı, onun yerini elde edilen kazanımları koruma refleksi aldı. Artık okçular tepesi ve oradaki muhafızlık, İslam’ın hudutlarını, kutsallarını korumanın değil kendi makamlarını kaybetmeme adına telaffuz edilmeye başlandı.

Daha önceki sayılarımızda bahsettiğimiz kaybedilen hassasiyetlerimiz; dava şuuru, cemaat şuuru, ümmet bilinci, İslam kardeşliği, muhalefet ruhu vs. tüm bunları, İslami neşriyatlarda da kaybettik. Toplumsal faydalarını bir kenara bırakıp, daha fazla ilmi veya edebi olmasına çalıştık, yazılıp çizilenlerin. Elbette bu duruma gelişin irdelenmesi gereken birçok yönü vardır ancak en temel sebeplerden bazıları; metodu içtihat kapsamında görüp her döneme göre bir renge bürünmek, hedefe ulaştıran her argümana sarılmayı mübah görmek, zor şartlar karşısında kolay yolları strateji olarak benimsemek gibi… Bu ve benzeri sebeplerle eskinin mücahitleri müteahhitlere dönüştü, sonra da her fikre ve renge bürünecek hale geldiler. Bu yaklaşım zamanla Müslümanların şahsiyetini, mücadele ve muhalefet ruhunu köreltti. Bir de yönetime gelip sisteme eklemlenme de (sistemi sahiplenme de denebilir) olunca Müslümanlar, sistemin tam da istediği şekilde muhafazakârlaştılar. Bulundukları makamlarda yapılan her yanlışa (bu hatalar toplumun İslam’dan soğumasına yol açsa da) bir şekilde kılıf bulundu, çünkü bugünlere kolay gelinmemişti. İktidarı ve dolayısıyla kazanımları kaybetmemek en önemlisiydi. Köşeler kapılacak, tepeden uygulama ile toplum dizayn edilecek, arzulanan ‘dindar nesil’ meydana gelecekti. Fakat beklenenin tersine son zamanlarda birçok açıdan bozulma emareleri gösteren bir nesil ortaya çıktı. Haramlar giderek yaygınlaştı, farzlar ve Allah’ın emirlerini yerine getirme anlayışı aynı oranda azaldı. Böylelikle Müslüman yöneticiler arzu ettikleri makamlarda kalmaya, toplum da İslam’dan ve dini hassasiyetlerden uzaklaşmaya devam etti.

İslami açıdan yaşanılan tüm bu olumsuzluklara rağmen Furkan Nesli Dergisi, duruşundan taviz vermedi. Daima hakkın ve mazlumun yanında, zulmün ve zalimin karşısında durarak, ‘hakkın gür sesi’ olma vazifesini yerine getirmeye çalıştı. Daha önceki sayılarımızda da1 belirttiğimiz gibi Furkan Nesli, kriterlerini Kur’an ve sünnetten alan, meselelere bu iki kaynağın rehberliğinde bakarak çözüm üretmeye çalışan bir dergi olarak yayın hayatına devam etti. Dergi olarak uzun soluklu olmak, prensiplere bağlı kalmaktan ve duruşu muhafaza etmekten geçer. Elbette bu duruşu takdir eden ve Müslümanca bir duruş sergileyen kıymetli Furkan Nesli Dergisi okuyucu kitlesini de unutmamak lazımdır.

Dergimizin bu bakışı kazanması ve devam ettirmesinde öncelikle Allah Azze ve Celle’nin yardımını, sonra da derginin ortaya çıkışında ve çizgisini muhafaza etmesinde en çok emeği olan Kıymetli Başyazarımız Alparslan Kuytul Hocaefendi’yi anmadan geçemeyiz. Maalesef Kıymetli Hocamız, daha önce çeşitli iftiralarla/ithamlarla 22 ay hapsedilmişti, şimdi de başka bir iftira/kumpas davasından bir yılı aşkındır yine hapiste tutulmaktadır. Ömrünü İslam’a hizmete ve neslin kurtuluşuna adamış böylesi kıymetli bir âlimin yeri elbette ki zindanlar değil, kürsüler olmalıydı. Her ne kadar talebeleri ve sevenleri olarak inandığı değerler uğruna bedel ödemesi bir yönüyle bizi gururlandırsa da bir yönüyle de onun ilminden ve tecrübelerinden yeterince istifade edemiyor olmanın üzüntüsünü yaşıyoruz. Ancak tarih boyunca samimi âlimlerin yeri çoğunlukla zindan olmuştur. Kendisine verilen kısıtlı telefonla konuşma hakkını bile topluma ve talebelerine mesaj vermek için harcayan, bu konuda da büyük fedakârlık gösteren kıymetli Hocamızın bir sözü şöyleydi: “…Mutluyum, çünkü hiçbir zaman talebelerimin başlarını önlerine eğecek bir şey yapmadım…” Allah Azze ve Celle de bizler de hatta ona zulmedenler de bu duruma şahittir. Şehit Seyyid Kutub’un dediği gibi: “Sözlerimiz mumdan oyuncaklar olarak kalırlar, ama onların yolunda öldüğümüz zaman onlara ruh gelir ve yaşamaya başlarlar.” Gerçekten de sözlerimizi, yazılarımızı tesirli kılan şey onlar uğruna yaptığımız fedakârlık ve ödediğimiz bedeller nispetince olacaktır. Hocamız inandığı değerler uğruna bedel ödemekle davaya olan inancımızı perçinliyor, bize ve gelecek kuşaklara örnek olacak bir duruş sergiliyor. Bazılarının aksine toplumun ve özellikle de genç neslin İslam’a ve âlimlere bakışını düzeltiyor. Ona zulmedenler kendisini toplumdan tecrit etmeye, ismini unutturmaya çalışsalar da bu sebeple çeşitli iftira ve karalama kampanyası yapsalar da kalpler Allah’ın elindedir, kulunu sevdirmek isterse kimse buna mâni olamaz. Aslında hocamıza yapılanların sebebi herkesin malumudur, bunu çeşitli vesilelerle birçok platformda dile getirdik. Özetle söyleyecek olursak; Tevhidi anlatması, konuşmalarının topluma ve kitlelere tesir etmesi, bazı yönlerden hükümeti eleştirmesi ve ülkede İslami hizmetlerden rahatsız olan, İslam’ın toplumdaki tesirini kırmak isteyen derin dinsiz bir komitenin varlığına dikkatleri çekmesi gibi… Artık toplum da bu gerçeklerin farkına vardığı için her geçen gün Hocamıza ve Furkan Hareketine olan teveccüh giderek artıyor. 

Samimi âlimler, içinde bulundukları toplum için bir sigorta hükmündedirler. Onların varlığı o toplumun bozulmasını, yozlaşmasını ve (Allah’ın yardımıyla) çöküşünü engeller. Tuz nasıl kokuşmayı engellerse onlar da hassasiyetleri ve samimi uyarılarıyla bunu gerçekleştirirler. Ancak bu durum yani toplumun bozulmasının engellenmesi, uyarıların dikkate alınması, gereken derslerin çıkarılması ile mümkündür. Aksi takdirde o toplum için çöküş kaçınılmazdır. Hocamızın geçmişten bu yana yapmış olduğu samimi uyarılar dikkate alınsaydı, Irak İşgalinde (2003) Türkiye ABD’nin yanında yer almayacak, Irak’ta yaşanılan vahşete ve kana elimiz bulaşmış olmayacaktı. Yine Suriye meselesinde de takınılması gereken tavır böyle olmayacak, Suriye’de iç savaşın çıkması belki de engellenmiş olacaktı. Her iki olay domino taşı gibi birbirini tetikledi ve bugün dış politikada son yılların en sıkıntılı süreçlerini yaşıyoruz. İran dışında neredeyse dost diyebileceğimiz bir sınır ülkesi kalmamıştır. Onunla da ne kadar dost olduğumuz tartışılır, çünkü Suriye meselesinde ortak mutabakata (en azından ilk yıllarda) varılamamış, bunun dışındaki birçok meselede de fikir ayrılıkları olmuştur. Yine içişlerinde yaşanılan haksız ve hukuksuz uygulamalar (özellikle 15 Temmuz sonrası), toplumda bir güvensizlik ortamı oluşturmuş, ekonomi ve diğer göstergeler bundan olumsuz etkilenmiştir. Barış sürecinin sonlandırılması, Doğu-Güneydoğu bölgesinde huzursuzluğun devam etmesine sebep olmuş, sürecin baltalanması kimseye fayda sağlamamıştır. Tüm bu meselelerde (yazıyı uzatmamak adına ayrıntılarına girmedim) Hocamızın makul ve yapıcı tavrı bellidir ve zaman, söyledikleri hususlarda kendisini haklı çıkarmıştır. Tüm bu öngörüleri çıkmış olan kişinin ödüllendirilmesi gerekirken hapse atılması, ona bunu yapanların niyetlerinin hiç de iyi olmadığını göstermektedir. Demek ki memleketin iyiye ve selamete çıkması birilerinin umurunda değil, onlar, şartlar ne olursa olsun kendi saltanatlarının bekasını istemektedir.

Gerçekten insan elini vicdanına koyup düşünse Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin hapiste tutulması kimin işine yaramaktadır? Gençlik yıllarından itibaren ömrünü İslam’a hizmete adamış ve bu uğurda binlerce insanın şuurlanmasına vesile olmuş bir âlimin yeri tecrit, sürgün ve zindan mı olmalıdır? Elbette Rıza-i İlahi yolunda çekilen sıkıntılar kişiyi manen daha da geliştirir, Allah Azze ve Celle’ye daha çok yaklaştırır. O, içeride olduğu her saniye için sevap kazanmakta, onu hapse atanlar da (sebep olanlar dahil) günah kazanmaktadır, bunun da bilincindeyiz. Ancak toplum olarak kıymetli bir âlimin değerini ne zaman anlayacağız? Tarihte nice âlimlere (İmam-ı A’zam Ebu Hanife, İmam Ahmed gibi) türlü işkenceler yapılmıştır, ancak onların ismi tarihe yine de altın harflerle yazılmış ve tüm kuşaklar onları hayırla yad etmiştir. Onlara işkence edenler ise tarihin tozlu raflarında yerini almış, belleklerden silinmişlerdir. İyi insanların kıymeti genellikle onlar kaybedildikten sonra anlaşılmıştır. Bir nevi nimetin elden gittikten sonra hatırlanması gibi. Tarih genellikle bu yönde tekerrür etmiştir. Ancak bu seferlik tarih tekerrür etmesin, yaşarken bir âlimin değerini bilelim ve gereken tavrı gösterelim. Biz talebeleri ve sevenleri olarak elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz ancak toplum da bu konuda farkındalığını gösterirse bu yanlışa sebep olanlar belki bir nebze bu hatadan dönerler.

Umarım önümüzdeki mahkemede Hocamız ve yine onun gibi haksız yere hapis yatan dört Furkan Gönüllüsü kardeşimiz tahliye olurlar, böylelikle bizler de çifte bayram sevinci yaşamış oluruz. Bu vesileyle Furkan Nesli Dergisinin daha uzun yıllar yayım hayatına devam etmesini ve dergide emeği geçenlerden Rabbimin razı olmasını temenni ediyorum.

  1. Değişmeyen Çizgisiyle ‘Furkan Nesli’, Furkan Nesli Dergisi, 100. Sayı