Yılın Hedefi

İmanı Kuvvetlendiren Etkenler -5

Paylaş:

Özet: Bir önceki yazımızda imanı kuvvetlendiren etkenlerden İslam büyüklerinin ve dava adamlarının hayatını öğrenmenin öneminden bahsetmiştik. Bu yazımızda ise ilk bakışta hemen aklımıza gelmese de manevi gelişimimize ciddi katkıları olan hüzün konusunu ele alacağız.

HÜZÜN

Yaratılışı itibariyle insan, birtakım duygularla donatılmıştır. Sevmek, nefret etmek, öfkelenmek, sevinmek ve üzülmek insan tabiatının vazgeçilmez unsurlarıdır. İnsanın tüm nimetlerden hesaba çekileceğini Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de[1] bize haber vermektedir. Nasıl ki bize emanet edilen malı Allah yolunda harcamak, vakti ve gençliği Allah yolunda kullanmak zorundaysak bize nimet olarak verilen bu duyguları da Allah yolunda kullanmak zorundayız. İnsanların ekserisi malını Allah yolunda harcamanın farkında iken duygu ve hislerini de Allah yolunda kullanması gerektiğini bilmez hatta bu konu, çoğu insanın aklına bile gelmez. Öfkemiz, hüznümüz, sevgimiz ve dahi tüm duygularımız Allah yolunda kullanılmalı ve duygularımız bile israf edilmemelidir. İşte bu duyguların içerisinde bir tanesi var ki insanın manevi kuvvet kazanması noktasında oldukça önemlidir. Kalbi dertli, gözleri yaşlı kılan, sürekli düşünme halini insana bahşeden hüzünden bahsediyorum. Hüzün sayesinde insan, manevi mertebeleri hızla aşar ve kulluğunu zirvede yaşar. Bu yüzden Peygamber Efendimiz’in her anının düşünceli ve çoğu zaman da hüzünlü olduğu[2] rivayet edilir. Şu hayatta insanlar çok farklı şeylere üzülürler. Kimi evini kaybettiği için, kimi iflas ettiğinden dolayı kimi de farklı dünyalık sebeplerden dolayı üzülür. Fakat efendimiz “dünya üzüntülerinden vazgeçin”[3] buyurarak üzülmemiz gereken şeylerin ahiretle ilgili konular olması gerektiğini ifade etmiştir. O halde Müslüman için hüzün, doğru şekilde ve doğru şeylere olmalıdır. Kur’an ve sünnete baktığımız zaman hüzün kabiliyetimizi doğru kullanabileceğimiz üç yer göze çarpmaktadır; günahlarımıza, Ümmet-i Muhammed’in haline ve toplumumuzun kötü gidişatına üzülmek.

İmanı kuvvetlendirmek isteyen bir kulun önündeki en büyük engel günahlarıdır. Günahlar bataklık gibidir. Dibi görünmeyen, ne kadar derin olduğu bilinmeyen bir bataklık... Bataklığın yüzeyinde çıkan çiçekler aldatmasın bizleri. O güzel görünüşün altında lağımlar, pis kokular, insanı içine çeken ve iğrenç bir şekilde boğulmasına neden olan çamurlar vardır. Yükselmek isteyeni aşağı çeken, kazanmış olduğu hayırlı amelleri tüketen ve (Allah muhafaza) cehenneme girmeye dahi sebep olan şey de yine günahlardır. İnsan bu kadar kötü sonuçlara sebep olan günahları için nasıl üzülmesin, nasıl ağlamasın? İmtihanı kaybedip cehenneme girdikten sonra bir insan için kaybedecek başka ne kalır ki? Bu bataklıktan kurtulmanın yolunu ise bize Peygamber Efendimiz göstermektedir. Bir defasında Ukbe bin Amir: “Kurtuluş ne iledir ya Rasulallah?” diye sordu. Peygamber Efendimiz ise: “…Günahların için ağla” buyurdu.[4] Kurtulmanın yolu ağlamak, ağlamanın yolu ise hüzünlü olmaktır. İmam Kuşeyri’nin dediği gibi: “Hüzün, kalbin gaflet vadilerine yayılmasına engel olan bir haldir.”[5] Hüzünlü insan gözlerinden belli olur. Onun çok konuşmasına gerek yoktur. Çokça amel işlediği halde, en çok gayret eden olduğu halde hüzün sahibi kul, yine de kendinden emin değildir. O bilir ki ne yaparsa yapsın ne kadar amel işlerse işlesin Allah’ın nimetlerinin hakkını vermek mümkün değildir. Bu hal onu hüzne sevk eder. Artık geriye amel işleyip Allah’ın rahmetini ümit etmek kalmıştır. Hüzünlü insan; yüreğinde cehennem korkusunu, Allah’ı razı etme endişesini, ahireti kazanma kaygısını ve affedilme ümidini taşıyan insandır. Tövbelerini zaten yapmaktadır ama bir de lisan-ı hal ile “Allah’ım beni affet” demeye çalışmakta gözyaşları ve sükutunu da pişmanlığına azık yapmaktadır. İşte günahlardan dolayı hüzün, insanı böyle bir manevi atmosfere sevk etmekte ve imanı güçlendiren önemli bir unsur olmaktadır. 

Bir Müslüman’ın hüzünlenmesine sebep olan diğer önemli bir konu ise Ümmet-i Muhammed’in halidir. Bir zamanlar yeryüzünde izzet sahibi olan, adaleti tesis eden ve Tevhidin bayraktarlığını yapan bu ümmet ne yazık ki son iki asırdır perişan bir haldedir. İslam coğrafyasının her metrekaresinde zulüm, kan ve gözyaşından başka bir şey görülmemektedir. Evleri başına yıkılanlar, namusu kirletilenler, demokrasi ile uyutulanlar, bombalarla uyandırılanlar ve her türlü zulmü tüm iliklerine kadar yaşayanların hepsi Ümmet-i Muhammed’in evlatlarıdır. Bu kadar acı varken hüzünlenmemek, bu derdi yüreğimizin en derinlerinde yaşamamak mümkün müdür? Efendimiz’in de ifade ettiği gibi: “Mü’minler birbirini sevmede, birbirine acımada ve birbirini korumada bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.”[6] Bugün ümmetimizin sadece bir uzvu değil neredeyse tüm vücudu hastalığa tutulmuş vaziyettedir. Tüm beden işlevsiz bir hale gelmiş geriye sadece atan bir kalp kalmıştır. Bu atan kalp, bu ümmetin derdini dert edinmiş, ümmetin acısını kendi acısı bilmiş bir avuç sancılı Müslümana aittir. Bu kalp, hüznü kendine azık edip mazlumların acısını kendi acısı gibi hissetmeye devam ettikçe hasta beden zamanla iyileşecek ve ayağa kalkacaktır. Şu noktayı da unutmamak gerekir ki bir ümmeti birbirine kenetleyen sevinç ve zafer günleri değil hüzün ve acı günleridir. Acıların kalpleri yumuşatma ve acıyı yaşayanları birbirine bağlama gibi önemli bir özelliği vardır. İnsanlar genellikle sevinç günlerini arasalar da aslında gerçek birliği ve beraberliği sağlayan hüzün günleri ve zorluk zamanlarıdır. Ümmet-i Muhammed’in şu zor zamanlarını iyi idrak edip, bu hüznü yüreğinde yaşayan mü’minlerin hem gayreti artacak hem de imanları olgunlaşacaktır.

Gençliğimizin kötü gidişatı dert edilmesi gereken önemli noktalardan bir tanesidir. Ne yazık ki bugün her tarafı kuşatılmış bir gençliğe sahibiz. Haramlarla bedeni ve kalbi kirlenmiş, ideolojilerle zihni bulanmış, yolunu kaybetmiş, yaşam gayesini unutmuş ve İslam’dan bihaber bir gençliğin varlığını hep birlikte müşahede etmekteyiz. Dünyevi zevklerle kalpteki boşluğu dolduracağını, Deizm, Ateizm gibi ideolojilerle yolunu bulacağını zanneden ve uçuruma doğru koşar adım giden bu gençlikten sorumlu olmanın yükü var omuzlarımızda. Gençliğin içinde bulunduğu bu yangın bedenleri öldürmüyor, imanları öldürüyor. Bu ateş, sadece dışarıdaki gençliği değil çevremizdeki, akrabalarımızdaki hatta çekirdek ailemizdeki gençliği de yakmaya başlamış durumdadır. Yani yangın hemen yanı başımızdadır. Kalplerin katılaştığı, bedenlerin günahlara esir edildiği, imanların öldüğü daha açık bir ifadeyle ulu orta yerde bir iman katliamı yapılırken bir Müslüman nasıl üzülmez, nasıl hüzne gark olmaz ki? Bu ateşi söndürecek, bu katliama dur diyecek bir güç varsa o da imandan gelen, hüzünle beslenen dertli insanların çabası olacaktır. Peygamberimiz’e ithafen Rabbimiz “Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’an’a) inanmıyorlar diye hüzünden kendini helak edeceksin”[7] buyurmuş ve Efendimiz’in yüreğindeki hüzün, bedenindeki gayret bu şekilde tasvir edilmiştir.

Yaşadığımız asırda hüzün duyacak o kadar çok konu var ki… Bu kadar kötülüğün, zulmün ve adaletsizliğin olduğu bir dönemde mü’min bir kimse için sürekli hüzün halinden başka bir yol gözükmemektedir. Elbette yeri geldiği zaman gülmek, eğlenceli vakitler geçirmek de gerekir ama yüzlerimiz gülse bile derinlerde hep hüzün olmalıdır. Bir davanın yükü, mazlum ümmetin sancısı, cehenneme koşan gençliğin acısı yetmez mi yüreğimizi dağlamaya? Yetmez mi tüm hücrelerimizi hüzne, acıya boğmaya? Yetmez mi uslanmak bilmeyen dünyalık emellerimize bir tokat gibi inmeye? Kendine gel demeye, ağla ağlayabildiğin kadar diye sitem etmeye? Yetmez mi? Vallahi yeter de artar bile; ağlamasını bilene, hüznün lezzetini alana, dert insanına, yüreğinde et parçası değil volkan taşıyana yeter de artar bile…

Hüznümüzü artır Allah’ım! Yak yüreğimizi şu mazlum ümmetin, şu masum gençliğin derdiyle, yüreklerimiz yansın ki belki bu ateş bir nesli uyandıran ışık, bir ümmeti ayağa kaldıran kıvılcım olur. Hüzün bir hazinedir, Rabbimiz bu hazineden mahrum etmesin kalplerimizi. Allah’a emanet olun.

 

[1] Tekasür, 8

[2] Buhari, Cena’iz, 45

[3] Kuzâî, Şihâbü’l-ahbâr, 141

[4] Tirmizi, zühd, 60

[5] Risale-i Kuşeyri, s. 175

[6] Buhari, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66

[7] Kehf, 6