Müslümanların elinde kıyamete kadar değişmeyecek (ki bu konuda Allah’ın vaadi1 kesindir) olan Kur’an gibi sapasağlam bir kaynak ve bu kaynağın açıklaması/şerhi durumunda olan sünnet vardır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in ifadesiyle elimizde olduğunda ve sıkıca sarıldığımızda bizi istikamette tutacak olan bu iki kaynak, İslam dinini ayakta tutan en temel kaynaklardır. Son yıllarda bu iki kaynağın arasını ayırmaya, sünnetin değerini düşürmeye ve üzerinde şüpheler uyandırmaya çalışma faaliyetleri daha da hız kazandı. Kur’an’ı ortadan kaldırmaya güç yetiremeyenler, “hiç olmazsa manasını bozalım, anlaşılmasını engelleyelim” diyerek kötü emellerini (Kur’an’a nispetle daha kolay lokma olarak gördükleri) sünnet üzerinde icra etmeye karar verdiler. Çoğu Batılı Oryantalistlerden ve bir kısmı da Oryantalistlerin yerli iş birlikçilerinden oluşan bu taife, Müslümanların kafasını karıştırmak için birçok kitap yazdılar. Üniversitelerde çeşitli kürsüleri kaptılar, TV’lerde boy gösterdiler, bir şekilde meşhur edildiler ancak kısmi etkileri olduysa da genel manada başarılı olamadılar. Sünnetin yani Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in konumunu sarsamadılar.
Aslında sünnet etrafında şüpheler uyandırma, hadislere olan güveni sarsma ve sadece Kur’an’a bakarak dini anlamaya çalışma faaliyetleri ümmetin zayıf düştüğü son iki-üç asırda hız kazanmış olsa da ortaya çıkışı çok daha eskidir. İmam Şafii Rahimehullah’ın kendi zamanında hadisleri reddeden kişilerle mücadelesi2 bu meselenin çok daha önceleri gündeme geldiğini göstermektedir. Ancak gerek sahabe-i kiramın gerekse sonraki nesillerin titiz ve gayretli çalışmaları sünnetin bugünlere sahih bir şekilde ulaşmasını sağlamıştır.
Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in konumunu en iyi bilen ve bu konuda en net tavır gösteren sahabe-i kiram efendilerimizdir. Bir meseleyi Kur’an’da bulamadıklarında veya Kur’an’ın o mesele hakkında ne dediğini tam anlayamadıklarında hemen sünnete müracaat ediyorlardı. Kendilerinden sonraki nesle bu anlayışın aktarılmasında kilit rol oynadılar. Sahabeden hemen sonraki nesiller (tabiin ve tebeü’t-tâbiîn) de bu konuda titizlik gösterdiler. Onların zamanında sünnet etrafında şüphe oluşturanlar çıktıysa da ümmetin büyük bir çoğunluğunun bu konuları bilmesi, bu meselelerde otorite âlimlerin varlığı ve İslam’ın hükümlerinin hâkim oluşu gibi birçok faktör bu gibi fitnelerin zuhuruna engel oldu. Sahabenin sünnete olan bağlılığı ve sünnetin konumunu anlamayanlara verdiği cevap anlamında güzel bir örnekle konuyu açmak istiyorum: “Ashab-ı kiramdan İmran b. Husayn Radıyallahu Anh, Hz. Ömer Radıyallahu Anh zamanında Basra valisi olmuştu. Bir gün Müslümanlarla sohbet ediyordu. Cemaatten biri: ‘Siz bize bazı hadisler okuyorsunuz, ama biz onları Kur’an’da bulamıyoruz’ dedi. İmran Radıyallahu Anh bu adamın sözüne kızdı ve ona: ‘Sen Kur’an okudun mu?’ diye sordu. Adam ‘Evet, okudum’ dedi. Bunun üzerine İmran Radıyallahu Anh: ‘Peki, sen Kur’an’da akşam namazının farzının üç rekât, yatsı namazının farzının dört rekât, sabah namazının farzının iki rekât, öğle ve ikindi namazının farzlarının dörder rekât olduğunu gördün mü? Görmedin. Peki, siz bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrendiniz değil mi? İşte biz de bunları Allah Rasulü’nden öğrendik’ dedi.”3 Hadisin devamında zekât ve hac ile ilgili de benzeri soruları sordu ve her seferinde muhatabı bunlarla ilgili malumatı Kur’an’da bulamadığını itiraf etti.
Bizzat Kur’an’daki birçok ayet, Hz. Peygamberin konumunun çerçevesini çiziyor. O’nun (hâşâ) bir postacı olmadığını, sadece kitabı ulaştırmakla değil onu beyanla, ondaki hükümleri açıklamakla, yerine göre helali haramı belirlemekle ve anlaşmazlığa düştükleri noktada hakemliğine başvurulacak merci olmakla vasıflandırıyor. İlk inen surelerden biri olan Müzemmil Suresinde Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e geceleyin kalkması ve ağır ağır Kur’an okuması4 emrediliyor. Bunun uygulamasını Rasulullah ve O’na tâbi olan ashab geceleyin kalkıp namaz kılarak (namazda kıraat yaparak) gerçekleştirdiler. Şimdi Rasulullah’ın bu uygulaması olmasa biz “ağır ağır Kur’an oku” emrinin namazda da okunacağını yani namaz kıl olduğunu nasıl anlayacaktık? Rasulullah ve ashabı, Hz. Aişe validemizden gelen rivayete göre, Kur’an’ın bu emrinden sonra yaklaşık bir yıl boyunca (sekiz veya on altı ay şeklinde de rivayetler var) geceleyin kalkıp, teheccüd namazı kılarak ve Kur’an okuyarak geceyi ihya ettiler.5
Rasulullah’ın hadisleri ve uygulamaları bize ulaşmasaydı, Kur’an’daki birçok konu muhataplarının anlayış seviyesine kalacaktı ve herkes anladığı kadarıyla dini yaşayacaktı. Bu durumda binlerce anlayış ve yaşantı ortaya çıkacaktı. “(O peygamberleri) apaçık belgeler ve kitaplarla gönderdik. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’an’ı indirdik.”6 Ayette işaret edildiği gibi Rasulullah’ın bir görevi de Kur’an’ı beyandır (açıklamaktır). O’nun görevi sadece Kur’an’ı ulaştırmak olsaydı ayetteki ifade “onlara açıklayasın” şeklinde değil “okuyasın/aktarasın” şeklinde gelirdi. Nitekim Kur’an’ın pek çok emrinin nasıl uygulandığını, ayetlerden anlaşılması zor kısımların Rasulullah tarafından ashabına açıklandığını tefsir kitaplarından biliyoruz. İmran b. Husayn Radıyallahu Anh rivayetinde geçtiği gibi namazların adetleri, rekâtları, zekâtın miktarı, hangi maldan ne kadar alınacağı, haccın menâsikleri vb. diğer tüm meseleleri Peygamber Aleyhisselam’ın uygulamalarına bakmadan anlayamayız. Bu kısımlardaki uygulamaya yani ayetlerdeki ifadelerin açıklanmasına “mücmelin beyanı veya tafsili” denir. Çünkü ayetler genellikle namaz ve zekât için “namazı kılın/ikame edin, zekâtı verin”, hac için “gücü yetenlerin Allah için beyti haccetmeleri farz kılınmıştır”, oruç için “…oruç size farz kılındı…” şeklinde gelmekte, nasıl ve ne şekilde olacağının tafsilatını Hz. Peygambere bırakmaktadır.
Bazen de mutlak bir emrin takyidi şeklinde olur. Yani ayet genel bir hüküm şeklinde (mutlak) olarak gelir. Hz. Peygamber de uygulamasıyla onu sınırlar, çerçevesini belirler. Örneğin hırsızlığın cezasıyla ilgili ayette: “Hırsız erkek ve hırsız kadının, (çalıp) kazandıklarına bir karşılık, Allah’tan, ‘tekrarı önleyen kesin bir ceza’ olmak üzere ellerini kesin. Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.”7 buyurulur. Burada hüküm nasıl uygulanacak, hangi şartlar oluştuğunda hırsızlık yaptığı kabul edilecek? Hangi eli, nereden itibaren kesilecek? Bütün bu soruları çoğaltmak mümkündür. Eğer Peygamber buna bir sınır getirmeseydi bilinemezdi. Hz. Peygamberin bu hükümle ilgili uygulaması8 olmasaydı kimi omuzundan itibaren keserdi kimisi de belki parmaklarını kesmeyi yeterli görürdü. Yahut da ahkâm ayetlerini açıklayan bu gibi hadisleri inkâr edip veya günümüze uygun görmeyip “Biz bu hükümlerin ruhunu alacağız” diyen Fazlurrahman gibiler çıkıp el kesmeyi toptan kaldıracaktı. Yine ayetin genel ifadesine bakılarak çalınan malın değeri az veya çok olsun bu hüküm uygulamaya konulacaktı.
Bazen de Kur’an’daki umumi hükmün tahsisi (belirgin hale getirilmesi) söz konusu olmaktadır. Ayette “Ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, (henüz canı çıkmamışken) kestikleriniz hariç; boğulmuş, darbe sonucu ölmüş yüksekten düşerek ölmüş, boynuzlanarak ölmüş ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış hayvanlar ile dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar, bir de fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı...”9 şeklinde haramlar genel itibariyle sayılırken Hz. Peygamber, ölü olarak çekirge ve balığı, kan olarak da ciğer ve dalağı istisna etmiştir yani onların helal olduğunu belirtmiştir.10
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, koymuş olduğu hükümlerle eğer Kur’an’a veya Allah’ın muradına muhalif olsaydı mutlaka ikaz edilirdi. O’nun her sözü ve hareketi vahyin süzgecinden geçer gibi kontrol altındaydı. Zelle diye tabir edilen bazı içtihatları sebebiyle ikaz olunduğu vâkidir. Tebük Seferi esnasında münafıklara izin vermesiyle ilgili bir durum buna örnektir. Bazı rivayetlerin belirttiğine göre münafıklardan, hastalıklı kalp taşıyanlardan yaklaşık seksen kişi savaşa katılmamak için yalan özürler beyan etmişler, Rasulullah da kendilerine izin vermişti. Rasulullah bu izni verince şu ayetler nazil oldu: “Allah seni affetsin, doğru söyleyenler sana açıkça belli oluncaya ve yalancıları da öğreninceye kadar niye onlara izin verdin?”11 Bunun gibi Allah Azze ve Celle’nin Rasulünü ikaz ettiği birkaç örnek vardır. Bu ayetlerle ilgili tefsirlere bakıldığında buradaki uyarıların, Peygamberi içtihatlarında daha efdal olana yöneltmeye dair uyarılar olduğu ifade edilmektedir. Aslında bu durum Rasulullah’ın ikaz edilmediği diğer bütün hükümleri ve uygulamaları için önemli bir delil niteliğindedir. Demek ki o hükümlerin ve uyarıların hepsinde efdal olana isabet etmiştir.
Buraya kadar Kur’an’daki bazı hükümlerin sünnet olmadan tam manasıyla anlaşılamayacağını ortaya koymaya çalıştım. Bununla ilgili örnekleri çoğaltmak mümkündür ancak bu kadarıyla iktifa edelim. Her selim akıl sahibi bilir ki Kur’an’ın kendisine indirildiği Hz. Peygamberi devre dışı bırakarak Kur’an’ı daha iyi anlayabileceğini söylemek büyük bir hadsizliktir. Böyle bir iddia ilmî de ahlaki de vicdani de değildir.
Son olarak hadisler konusunda daha hassasiyetle davranmamızı hatırlatacak ayet ve hadislerden bir iki örnekle bitireyim. Kur’an buyuruyor ki: “Elçinin çağırmasını, kendi aranızda kiminizin kimini çağırması gibi saymayın. Allah, sizden bir diğerinizi siper ederek kaçanları gerçekten bilir. Böylece onun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin isabet etmesinden veya onlara acı bir azabın çarpmasından sakınsınlar.”12
“Allah ve Rasulü bir meselede kesin ve bağlayıcı bir hüküm verdiği zaman, mü’min erkek veya mü’min kadının, kendileriyle alakalı o meselede başka bir tercihte bulunma hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasulü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur..”13
“Sakın ha sizden birinizi: ‘Biz Kur’an’dan başkasını bilmeyiz. Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız’ derken bulmayayım!”14
1. Hicr, 9: “Şüphesiz o Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.”
2. Sünnetin İslam’daki Yeri, İmam Suyûtî, Takdim Yayınları, s.40
3. Ebu Davud, Zekât 2; İbn Ebî Asım, es-Sünen, 2: 372
4. Müzzemmil, 1-4
5. Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, cilt 6. S.503-504.
6. Nahl, 44
7. Maide, 38.
8. İbn Hacer, Fethu’l-Bâri, polen yayınları, cilt 13, s.321-325.
9. Maide, 3
10. İbni Mace, “Et’ime”, 31; Tirmizi, Taharet, 52
11. Tevbe, 43
12. Nur, 63
13. Ahzab, 36
14. Ebu Davud, Sünnet 5; Tirmizi, İlim 10
