Öncü Kalemler

Fikrini Diri Tut, Sevdan Diri Kalsın

Paylaş:

FİKRİNİ DİRİ TUT, SEVDAN DİRİ KALSIN

Zamanı, mekânı fark etmeksizin her insan farkındadır ki insanda, biri tarafından şiddetli muhabbet görme, kusursuz bir muhabbeti hissetme, her şeyiyle sevilme ve şiddetli bir şekilde muhabbet verme arzusu; her şeyi feda etme, tüm benliğiyle tüm yaşamını sevdiği şeye bağlama arzusu vardır. Aynı şekilde engellenemez bir şekilde nefret duygusu vardır, nefret duyar ve ona karşı nefret duyulur. Var olan bu duyguların da ihtiyacı karşılanmalıdır. En az yemek yemek, su içmek, barınmak kadar temel ihtiyaçtır ve iradeli, iradesiz şekilde ortaya çıkıverir. Peki, herkes seviyorsa nereden geliyor bu kargaşa, bunca ölüm, bunca kan ve gözyaşı? Peki, herkes nefret ediyorsa kim bu muhabbet fedaileri, Hak savunucuları?

Kimi zaman bu duyguların dizginlenememesi birçok probleme yol açıyor. Madem bu duygular yok edilemiyor ve madem bu duyguların her biri bizlere kodlanmış birer sistemlerdir o halde bunları kullanmanın da bir kılavuzu olmalı. İslam fıkhında yemek yeme, evlenme-boşanma, siyaset, eğitim, hukuk gibi konularda insan hayatında belirleyici konularda sınırlamalar, genişletmeler ve kurallar vardır. Fıkhi bir konu değildir ama Müslüman psikolojik, duygusal konularda da Allah’ın kitabına göre hareket edebilmeli, zahiri bir konu olmadığı için uygulaması zormuş gibi gelebilir ama günlük işler ve devlet işlerine kadar etki edebilecek kadar büyük bir sırdır duygularımız, hissettiklerimiz. Çünkü hareketlerimize yön verecek olan o güçlü duygularımızdır. İnsandaki şiddetli muhabbet görme isteği ve verme isteğini ise ancak sahibi karşılayabilir. Muhterem Hocamız der ki: “Aşk öyle güçlü bir duygudur ki; ancak Allah’a çevrilmeye layıktır. Bu kadar güçlü bir duyguyu Allah’ın dışında herhangi bir şeye çevirmek aşkı katletmek olur.” Ve ekler: “Aşk ister ki; sevdiğim kusursuz olsun, hâlbuki sevdiklerinizin büyük çoğunluğunda kusur vardır.” 

Var olan muhabbet duyma arzusunu nerelerde kullanacağımızı da yine Kur’an-ı Kerim ve hadisler açıklamaktadır: Allah’a muhabbet, Rasulü’ne muhabbet, sahabeye muhabbet ve birbirimize muhabbet. Bu sıralama muhteşem bir nizama delalettir. Şöyle ki, Allah’ı seven O’nun insanlara gönderdiği, seçtiği ve sevdiği Rasulü’nü de sever. Rasulü’nü seven onun yetiştirdiği, Allah’ın da onlardan razı olduğu sahabeyi de sever. Sahabeyi seven onlar gibi kardeşlikle, sağlam bir akide üzerine bina edilmiş nizam için birbirini sever…
Tabiri caiz ise Sevgilinin sevdiklerini sevmek aşkın farzlarından… Böyle olmayana âşık denilmez, aşkında samimidir, denilmez. Sevgilinin sevmediklerini sevmek aşığın yapacağı amel değildir, böyle yapanda aşk yoktur, aşksızdır, kalbinde sevgi bulanıklığı yaşamaktadır… 

        Nefret; muhabbetin doğurduğu bambaşka bir his… O’nun namına nefret, O’nun namına öfke ve O’nun namına sabır, O’nun namına muhabbet… Müminin nefreti, öfkesi, savaşı muhabbetin neticesinde oluşan haklı bir duygudur.  İnsanın nefretine, öfkesine, savaşçı ruhuna şekil veren, nefretini yönlendiren muharrik, duyduğu o muhabbettir. Bu dinde nefreti nefsileştirmek, şahsileştirmek yoktur. Bu mübarek akidede nefret ancak Hakkı örtenlere, Hakkın ve hakikatin mensuplarına zulmedenlere, iki yüzlülere, ısrarcı dünyaperestleredir. Fakat bu nefret onların yine şahıslarına değil, günahlarına, küfürlerine, akidelerinedir…  Küfür, bireylere, toplumlara ve en başta Vedûd olan Rabbe yapılan bir haksızlıktır. İlahi bir emirle ve akli olarak da bu durumlarda zulmedenlere, kan dökenlere, bozgunculuk edenlere, düzeni bozanlara öfke duymak fıtridir, bilinçli bir öfkedir ve imanın gereğidir. Akıl da bunu destekler.

O (Celle Celaluhu) diyor ki: “Ben kâfiri sevmem.” Sen: “Tamam Ya Rabbi, ben de sevmem, sevemem kâfiri” demelisin.  Sevgili diyor ki: “Ben zalimi sevmem.” Sen demelisin ki: “Senin sevmediğini ben nasıl severim ya Rabbi?” Maşûk diyor ki: “Ben sevmem fasıkları, müsrifleri, hayrı engelleyenleri.” Âşık demeli ki: “Ben de Senin için onlarla mücadele ederim, ey benim Vedûd’um… Senin için onlarla savaşırım, gerekirse ölürüm…” Sevenler böyle sevmişler… "Allah'a ve Ahiret Günü'ne iman eden ama aynı zamanda babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları bile olsa, Allah'a ve Rasulü’ne karşı çıkanları seven bir toplum göremezsin..."

Abdullah İbn Ömer'in duygularını ifade edişindeki heybete, dengeye bakın: “Bütün ömrümü oruçla geçirsem, bütün gecelerimi ibadetle geçirsem, benim malım parça parça infak edilse. Kalbimde Allah’a ibadet edene karşı bir sevgi, Allah’a isyan edene karşı nefret yoksa bunlar bana fayda vermeyecektir.” Allah’ı sevmeden bu yola dayanamazsın, O’nu sevmeden O’nu savunamazsın diyen Hocam diyor ki: “Ey âşık olan kişi! Eğer sen kusursuz olanı sevmiyor isen sendeki aşkı zayi etmiş olursun. Eğer sen; sendeki aşkı tatmin etmek istiyorsan kusursuz olanı aramak zorundasın. Yoksa aşk bir türlü tatmin olmayacak bir güçtür. Kusursuzu aradığında ise o zaman sadece Allah’ı bulacaksın. Aşk ister ki sevdiğim bana daima karşılık versin. Halbuki dünyada sevilenlerin çoğu insana karşılık vermiyor. Eğer sen, sendeki o gizli amili (aşkı) mutlu etmek istiyorsan o zaman onu kusursuz olana gerçekten karşılık verene (Allah’a) vermelisin…” Muhabbeti anlamayan, idrakten öte hissetmeyen nefretine de yön veremeyecektir ve vazifelerini anlayamayacak, şu yeryüzündeki fonksiyonunu yerine getiremeyecektir. Muhabbetin olması gereken yerdeki varlığı veya yokluğu hayatımızı ve tüm hayatları etkileyecek ölçüde adeta güçlü bir iksirdir…

Ben hariç, sen hariç ve insan hariç… Var olan cisimler iradesiz muhibdir, iradesiz muhabbetin gereğini yapar. İradesizdir, bilinçten yoksundur ama bildiği bir tek şey ile ‘tüm ilimlere vakıf olmasa da olur’ dedirtir. Varlık âlemi var edenini, kendisini olduranını bilir… Atom bilir, hücre bilir, kuş bilir, rüzgâr bilir, bulut bilir, mavi bilir, ölü ve canlı yaprak bilir… Bunu bilirler gayrısını bilmezler… İradesiz muhib ama ezelden ma’ruf…
Dönüyorum bana, dönüyorum sana ve dönüyorum insana…
Zerreden kürreye, her iradesiz mahlûk bir tek bilme ile binlerce yıldır, yaratıldıkları andan itibaren bir devinim içinde muhibdir Rabbine… Ne zaman sevilenin emrine aykırı hareket etmişler de dengeler bozulmuş? Bir gün ay bilmesin Rabbini ve yapmasın vazifesini…
Bir gün şems bilmesin Rabbini ve yapmasın vazifesini…
Bir gün arı bilmesin Rabbini ve uymasın emrine, konmasın o çiçeğe…
Görüyorum ki O’nu ezelden bir kere bilenin gayrı bilmeye ihtiyacı kalmadan seviyor, sevdiğinin omzuna yüklediklerini kendisine tayin edilen vakte kadar yerine getiriyor ve bununla dengeler bozulmuyor, bununla yaşadığımız gezegene can, neşe ve hareket geliyor…
Gözünü kâinattan insana, insanlara ve toplumlara çevir… Dengeler bozuk, teraziler şaşmış ve düzen karmaşık… Mahlukât O’nu bilir, vazifesini bilir ve böylece kâinattaki denge korunur. İnsan, bir kere değil çok kere bilir, çok şey bilir, iradesiyle birçok şeyin sebebini ve sonucunu bilir yani kalan diğer mahlûkattan üstün, olayların ve durumların bilincinde, sorunlara çözüm sunacak fikriyattadır. İnsan, iradesiyle bilir, yüreğiyle sever ve gönlüne sığdırır kâinata sığmaz olan Rabbini… İnsan O’nu bilir ve sever fakat habitattan farklı olarak sürekli vazifedâr olduğunu unutur; zaaflarla doludur, görevlerini ifa etmez. Sonuç; bozuk dengeler, donuk beldeler ve ölü toplumlar…
Şu kâinat düzeninin âlemde dengeli bir şekilde var olarak devam etmesi mahlûkatın, olduranını bilmesi, sevmesi ve vazifesini yapmasıyla mümkünse şu toplumsal düzenin yeryüzünde sağlanması da insanın ezelde Rabbini bildiğini hatırlaması, onu burada yarattıklarıyla bilmesi ve O’na ulaşarak verdiği her görevi severek yerine getirmesiyle mümkündür…

Demek yaşam dengesini korumak vazifeyi yapmakla mümkünmüş.
Demek vazifeyi yapabilmek Sahibini sevmekle mümkünmüş.
Demek sevmek, arif olmakla, bilmekle mümkünmüş…
Biz insanız ve zaaflarla doluyuz…
Kâinatı, insanı, yaratılmışları, olayları bilme eylemini yani fikretmeyi her an diri tutmak sevdayı da diri tutmaktır…
Fikrimiz diri olsun ki Sevdamız diri kalsın, Sevdamız diri olsun ki eylemlerimiz diri kalsın…
Ve senden bir sevda izi kalsın geriye…
Vedûd’um… Seni sevmeyi, Seni sevenleri sevmeyi nasip et, Sen sevdirmezsen, ben sevemem. Sevdir bana sevdiklerini. Yerdir hep yerdiklerini. Yâr et, yar bildiklerini…